Sayfalar

Fincan Kahvem Hatırına Kaç Yıl Sayarsın?



 Bugün kendimi gerçekten bokun içinde yüzüyor gibi hissediyordum. Zaten 'vertigo' denen hastalığın tüm belirtilerini göstermeye başlamış bulunmaktayım. Dünya ayaklarımın altında kayıp gidiyor her adımımda sanki. Ve baş dönmesi, mide bulantısı da cabası. Dersi bitiremeden kendimi zor attım dışarı.
 Daha önce hiç yalnız gitmediğim kafelerden birisine gittim bugün. Hayal Kahvesi adında hoş bir yer. İstanbul'daki ile alakası yok fakat buralarda gidilebilecek en güzel yerlerden birisi. Hani 'kızla gelinecek mekan' karikatürüne birebir uyan tarzda dizayn edilmiş, süper kahve çeşitlerine ev sahipliği yapan bir mekan. Ve sigara içilebilen etrafı brandayla örtülü bir girişi var.

 Canım sıkkındı her zaman olduğu gibi. Düzeldiğini hatırlamıyorum zaten hiç. 'Herkesin bir derdi var be oğlum bizim sorunumuz başımızda bir dert olmaması. Boşluktan böyleyiz hani açlıktan da değil yokluktan' diyenlere hak verdim bu sefer gerçekten. Kafamı boşaltmak, biraz rahatlamak, güzel bir kahve içip yalnızlığın tadını çıkarmak adına gidip hayal kahvesindeki her zaman oturduğum sallanan koltuğuma kuruldum. Etraf sessiz ve sakindi. Biri türbanlı üç kız bir köşede oturmuş ders, hoca, not dedikodusu eşliğinde fal bakmak için kapattıkları fincanın soğumasını beklerken nargilelerini tüttürüyorlardı. Diğer köşede ise iki erkek beş kızlık bayağı gülüşen bir grup vardı. Bense her zamanki köşeme geçip karşımda kahvemi tatlandıracak birisi oturmadığından bu sefer sade yerine orta şekerli bir kahve söyleyip sigara yakarak sallanmaya başladım. Karşımda birisi varmış gibi davranmama gerek yoktu. Çünkü karşımdaki sandalye göğsünü masaya yaslamış, birisini bekliyordu. Fakat ben o masada otururken hiç kimse gelip o sandalyeye oturmazdı şu anda. İki kalabalık grubun arasında kendimi birden yalnız kovboy gibi hissettim. Buraya gelmek gibi bir amacım yoktu aslında fakat önünden geçerken birden kendimi içeride buldum. Yalnızlığın tadını çıkarmak için gelinebilecek son yerlerden birisiydi sanırım. Deniz manzaralı uçurumlara alışkın olduğumdan yalnızlığımın tadının burada çıkmayacağını anladım. Birkaç anım canlandı birden. Güldüm. İçimden güldüm ama dudaklarım oynar gibi olmuştu sanırım, kızlardan birinin dikkati dağıldı. Bakışlarımın televizyondan ona doğru döndüğünü görünce elini saçlarının arasına sokup taradı. Hiç havamda olmadığımdan kafamı yeniden televizyona çevirdim.

 Karşımdaki kızlı erkekli gruptan oldukça yüksek kahkaha sesleri geliyordu. Erkeklerin ikisi de uzun saçlıydı. Birisi sarışın, mavi gözlü ve sakallıydı. Omuzlarına gelen saçlarını kulaklarının arkasına toplamakta başarısız olmuştu. Diğeri ise oldukça geniş bir gülümsemesi olan, esmer tenli, siyah hafif kıvırcık saçlarını at kuyruğu tarzı birşey yapmaya çalışıp başarısız olmuşa benziyordu. Kızlarda hemen göze çarpan 'Üniversiteyi kazandım kızılı', 'sevgilimden yeni ayrıldım ortamlara akıyorum makyajına partner olarak 8-65 kahve köpüğü atılmış tutamlara sahip saçlar, tipik Türk kızı saçı ve sade bir göz altı makyajı ile ortaya çıkarılmış elmacık kemikleri çıkık geniş alınlı ve de gözlüğü yeni çıkardığı belli olan sınıfın kambur inek kızı vardı. Bu tipleri neyin bir araya getirdiğini bilmiyordum fakat normal konuşmalara verilen tepkilere, oturma düzeni ve göz göze gelme yüzdelerine bakıldığında aralarında çift yoktu. Esmer at kuyruğu esprileri arka arkaya yaptıkça masadaki tiplerin gülüşme ve zıvanadan çıkma katsayıları giderek artıyordu. Bu sırada diğer üç kızdan hala fal muhabbeti haricinde hiçbir şey seçilmiyordu. Diplerine gidip oturup onları dinlediğimden ya da gözümü dikip baktığımdan sohbetlerini dinlemiyordum. Çünkü ara sıra televizyona bakarken gözüm ister istemez dudaklarını okuyordu. Bu sırada yapay şekerli kahvem geldi ve ben bir sigara daha yaktım.

 Orta şekerli kisvesi altında düpedüz şeker boca edilmiş fincanıma laf edecek kadar rahat durumda hissetmedim kendimi. En azından kahvenin yanında gelen bonibon ve jelibonlar güzeldi. Karşımda kafasını şişirecek birisini de bulamadığım için oturup sessizce kahvemi içme kararı aldım. Gözlemlemeyi bıraktığım gruplar kendi hallerinde sessiz sakin takılıyorlardı. Birden üniversiteyi kazandım kızılı ayağa kalktı ve masama doğru yürümeye başladı. İhtimaller birden kafamda uçuşmaya başladı tabi ki. Hiçbirisinin gerçekleşmeyeceğini bildiğim halde en olasıyı tutturmaya çalışıyordum.
-Lavaboya gidecek
-Şeker vs. isteyecek (çalışanlardan niye istemiyorsa)
-Ateş ya da sigara isteyecek
-Doğruluk - cesaret oynuyorlar bana göğüslerini gösterecek
-Farkında olmadan o tarafa gereğinden fazla bakmış olabilirim gelip başımda vik vik bağıracak
-Gelip karşıma oturup neden yalnız oturduğumu soracak
-Peçeteye yazdığı notu elime tutuştura..

Neyse işte aklımda gezen binbir tilkiden vurabildiklerim bunlar. Ve beklediğim gibi oldu da. Üniversiteyi kazandım kızılı lavaboya gitti işte olayı evirip çevirip şiirselleştirmeye gerek yok. Bu arada üniversitede ilk seneleri olduğunu siz de anlamışsınızdır artık.

 Kahvemin köpüğü her yudumda biraz daha dağılıyordu. Fincanın kenarında oluşan desenleri incelerken çalan şarkıya o zamana kadar kulak vermediğimi fark ettim. Halil Sezai ''Olsun'' diyordu. 'Olsun amk olsun' dedim ve bir yudum daha kahve içip mor renkli bonibonu ağzıma attım. Kullandığım haplardan sonra bir değişik geldi bu duygu. Tıpkı bir hap gibi yutmaya çalıştığımı fark edip son anda gırtlağıma inmeden geri çektim ve ısırdım. Küçüklüğümden beri bonibona saygı duyarım. İlk aşkımdan aldığım (ilk aşkım derken yaşıtım olan ilk aşkımdan bahsediyorum) ilk hediye sarı renkli tek bir bonibondu. Benim karşılık olarak bonibonun dışındaki sarı kısmı emip çikolatalı parçayı geri uzatmam da ayrı hoştu tabi. Bir kutu bonibon dururken tek bir tanesine yoğunlaşmıştık. Hayatımda yediğim en tatlı bonibondu diyebilirim. En tatlı buz parmak ve en tatlı patates cipsinin hikayesi de var da tadları damağımdan henüz gitmedi. O tatlar damağımdan tamamen silinince anlatırım.

 Nargile içmek istiyordum fakat tek bir nargile bu halime ağır gelecekti. Kendime dur demeliydim. Ve bir sigara daha yaktım. Karşımdaki sandalyenin boş olması canımı sıkmaya başlamıştı. Birilerinin orada oturup beni ağzında kocaman bir gülümseme ile dinlemesini özlemiş olabilirdim. Bu herhangi birisi olabilirdi. Yalnız olsam herhangi bir halıyı dürüp büküp karşıma dikleyip onunla konuşabilirdim bile. Konuşmayı ne kadar özlediğimi yazarak anlatamıyorum bile. Fakat konuşma vakti geldiğinde de tıkanıp kalıyorum. Beni kendiliğimden konuşturabilecek birisine ihtiyacım olduğuna kanaat getirip sigaramdan son nefesimi çekip söndürdüm. Bu sırada kahvemin de tam yarısına gelmiştim.
 Hiç kılıcımı elime alıp bilinmez diyarlara ejderha avlamaya çıkamayacağım gerçeği aklıma geldi. Büyük eksiklik dedim içimden. Bir romanın kahramanı bile benden daha fazla eğleniyor olmalıydı. Benim yaptığımsa saçımı yıkayıp üzerime bana yakıştığını düşündüğüm fakat fazla dikkat çekmemesine özen gösterdiğim kıyafetlerimi giyip insanları etkilemekti. Hiçbirisi ağzından ateş çıkaran bir ejderhadan daha masum değildi. İşte benim heyecanım da burada başlıyordu. Çevremdekilerin hayatlarından birkaç kesit duyuyordum. Kimin dün gece nerede yattığı, kimin kiminle seviştiği ya da sevişmek istediği umurumda değildi tabi. İçimdeki merak duygusu artık yerini rahatsızlık derecesine gelen 'aşırı dikkat' hastalığına dönüşmüştü. Herhangi birisini ikinci gün gördüğümde dün ne ile uğraştığını az çok tahmin edebilir duruma gelmiştim. Bu da bütün heyecanı kaçırıyordu.

 Kahvemin sonlarına doğru geldiğimde ciddi ciddi kapatıp falımı baksam mı diye düşünmeye başlamıştım. Oturalı yirmi dakika olmuştu sadece. Şaşırdım. Zamanın hızlıca akıp giden bir şey olduğunu sanıyordum.

 Sadece 'hoş vakit' denen kavramın hızlı geçtiğine inandım bir kez daha. Ama o hoş vakitler insanların sırtını dayamak istediği hayallere tutununca kendiliğinden eskiyor ve 'anı' olarak kalmaya mahkum oluyorlar. Hepimiz en az bir kere de olsa yeniden başlamışızdır hayata. Bunun için geçmişi yok sayarız böyle durumlarda. Hayaller kurarız, kurduğumuz hayallerin daha ilki yıkıldığında ise 'gelecek de yoktur artık hayal yok çünkü' deriz. Bundan sonra artık bizim için sadece içinde bulunduğumuz dünyanın hastalığımızdan dolayı değil de fizyolojik bir sebepten döndüğüne inanırız. Fizyolojik sebep olarak size sadece 'hiiç ibnelik' diye kanıt sunabilir. Çünkü dünyanın dönüş hızı gece ve gündüzü, dolayısıyla zaman faktörüne etki eden bazı etmenleri belirler. Hoş zamanlarda nedense daha hızlı dönme kararı almışçasına ne olduğunu anlamadan, o anların tadına varamadan bir bakmışız bitmiştir.

 Kahvemin tortularını izlerken bunları düşündüm. Bir tane daha söylemeye tam karar vermiştim ki; vazgeçtim. Kendi payımı içmiştim, o boş sandalye kahve sevmezdi.


Ve biterken; Bob Dylan'dan ''one more cup of coffee'' çalmaktadır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder