Sayfalar

Herkes Yalan Söyler


  Çoğu şeyin başlangıcı bir yalandır genelde. Bir sevgiliye bakıp sevdiğini söylemek mesela. Sevgi sanki bu kadar kolay ifade edilebilirmiş gibi… İnsanoğlu böyledir. Yalanlarla dolu küçük dünyalarımızda, mum ışığı gibi parlayan küçük yalanlar. Doğrular ise çoğu insanın karanlık tarafındadır. Karanlığı aydınlatmak içinse yine o küçük “mumlarımıza” ihtiyaç duyarız. Çoğu kişi benim bu düşüncemi yanlış anlayacaktır. “Hayat yalanlardan ibaret değil!” ve “aslında doğrular aydınlık tarafımızdır!” gibi cümlelerle karşılık vereceklerdir. Merak etmeyin, kimseye yalancı dediğim yok. Sadece biraz farklı bir bakış açısı katmak istedim. Birde dünyaya , zihnini “mum ışığıyla aydınlatanların” gözünden bakın. Her şey çok farklı o insanların zihinlerinde. Böyle diyerek ayrım yapmıyorum. İnsan beynini genelde birden çok bölümlere ayırır, bilinçli ya da bilinçsiz. Bazı bölümleri yalanlar aydınlatırken bazı bölümlerde yalanlar karanlık yerlerdir.

  Şimdi şu konuya gelelim. Niye böyleyiz? Neden yalanın kötü bir şey olduğunu bilsek bile yalanlar söyleriz. Kimse ben yalan söylemedim demesin şimdi. “Söyledim ama gerekli yerlerde söyledim” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Bu da insanlığın doğal savunma mekanizmasından kaynaklanıyor. Kimse kendi gözünden, kendini, kötü görmez-göremez. Kendinizi ne kadar aşağılarsanız aşağılayın yine de küçük bir kısmınız size, sizin aslında dünya üzerinde özel olduğunuzu, kimsenin siz benzemediğini söyleyecektir. Bu da çok insani bir duygudur merak etmeyin. Özetleyecek olursak neden böyleyiz benim de bir fikrim yok. Tek bildiğim her insanın kendi dünyası vardır ve o dünyalarından ayrılmayı pek istemezler. Dünyalarının dışına çıkmamak için yalanlar söylerler. Kendi doğrularından vazgeçmek istemezler. İşte “yalan” burada devreye giriyor. Herkesin bir konu hakkında kendince bir yolu, düşüncesi yani “doğrusu” vardır. Halbuki sadece bir tane doğru vardır. Oda şudur: “bir tane doğru yoktur”


  E peki bir tane doğru yoksa yani herkesin kendi doğrusu varsa ve birden fazla doğrular bizi biz yapıyorsa, yalanlar da aslında doğrular değil midir? Yalan son derece göreceli bir kavramdır bence. Ben 2+2=5 dersem bu yanlış olmaz. Niye mi? Çünkü bir teoreme göre bu evrende sonsuz tane paralel evren vardır. Dünya ya benzer, dünyadan farklı, sonsuz tane dünya. Bu dünyalardan, bu evrenlerden birinde illaki bu dediğim doğrudur. Bu da bizi şu noktaya getiriyor. Doğru kavramını sadece kendi dünyamız içerisinde kısıtlamalıyız. Peki böyle iyi güzel de herkesin farklı dünyası varsa nasıl tek bir doğru olacak? İşte bu da yalanların, hem doğru olduğunu hem de yalan olduğunu gösterir.


                                     
 

İşte bu yüzden yalanlara ihtiyaç duyarız. Kendi dünyalarımızdan çıkıp başka dünyaları görmek için. Başkalarını kendimize bağlamak için veya kendimizi kendimize bağlamak için. Aslında hepimiz yalancıyız. Az yada çok…

Üçten Dörde.


 Aşk; üç harfli; içerisinde ego barındıran büyük bir hezeyan.

 Ve kayboluyordum; yalnızlığın boğduğu ruhumdan arta kalan çığlıkların, akustiği yok olmuş kalbimde yarattığı duygu çığlarından saklanmaya çalışırken.

 Gözler artık hiçbir anlam ifade etmiyor; derinliklerinde çaresizlik görüyorum.

 O güzel yeşil gözlerinde buruk bir çaresizlik var gibi. Yalnızlıktan mı bahsediyorsun? Kafanı kaldırıp etrafa bir baksana. Yalnız oturan benim burada.
 Çünkü insanlardan nefret ediyorum.
 Belki de ilk öğrenmemiz gereken şey; paylaşmaktı.
 Benimle sadece oyun arkadaşı olmak istiyorsun. 7 milyar insandan herhangi birisiyim ben aslında; geçmişimi bile bilmiyorsun henüz.

  İlgilenmiyorsun da. Ne olduğumu; nerden geldiğimi ve nereye gitmek istediğimi bilmiyorsun.
  Neyi aradığımı; neyi kovaladığımı. Pislik bir adam olup olmadığıma bile dikkat etmiyorsun.

 Beni sevenlere onu yaptığım için sevilmeyi haketmiyorum; ve bundan dolayı hep yalnız kalacağım ben.
 Ne yapıyormuşum ki beni sevenlere?

 İnsanım ben; biraz duygulansam;
 Hatalar yapar; kendime söver sayarım.

 Birşeyleri yok etme isteğimden eser kalmadı artık. Eğer her nefret ettiğim insanı öldürseydim; bunu sadece birer kere yapmış olurdum.

 Gözlerimi her kapattığımda sadece bir hiçlik görüyorum. Koskocaman bir hiçlik. Siyah bir cennet; kırmızı cehennem. Ama gözlerim kapalıyken gördüğüm düşü hiçkimse açıklamıyor bana. Çünkü hiçliğin rengi yok.

 Benim için en iyisi senin için de en iyisi olacak anlamına gelmiyor.  Şu bayan şu şekil geynir, bu bayan bu şekil geynir.

 Herkes hikayenin kendisini ilgilendiren kısmı ile ilgileniyor. Gerisi sadece onun hayatı, kimse karışmıyor kimsenin yaşadıklarına, acılarına ve hastalıklarına..

 Dört saniye.. Gözlerine baktığımda aşık olmam için yeterli olan zaman dilimi. Ve sen benim olduğunda; beşinci saniyelerden nefret edeceğim.
Gözlerin birer ayna haline gelecek uzun bakışmalarımız sırasında. Ve ben sadece orada kendimi göreceğim. Hayır bebeğim; narsist olmakla alakası yok bunun. Ama sende keyifli bir pazar kahvaltısı kadar heyecanlandırmıyorsun beni. Kendimi gördükçe gözlerinin çekiciliği giderek yitecek; tıpkı senelerdir bakmaya doyamayıp da birden vazgeçtiğim aynalar gibi.

Acılarım, omuzlarımdaki ağırlıklar, içimdeki katılaşmış duygular, sevme ve sevilme ihtiyacım..
 Bunlardan dolayı istemiyorum kimsenin gözlerinin içine bakmayı.

 Korkuyorum. Gözlerine baktığım bir anda birden o yeşil gözlerinin içimi delip geçebileceğinden; herşeyimi tüm çıplaklığı ile görebileceğinden.

 Taşıdığım yük paylaşılamayacak kadar ağır. Gözlerinin günden güne bu ağırlığın yansımasından dolayı ışığını kaybetmesi ihtimalini düşünmek bile beni tarif edilemez bir boşluğa sürüklüyor.

 Umut; dört harfli bir kelime. Bazı şehirlere hiç uğramayan.
 Işığınla kal. Umudunla yaşa. Benim şehrime hiç uğramayan umutla. Hiç görmediğin diyarlara git, yeni sahillerde denize gir. Git ve güneşin güzel gözlerini kamaştıracağı yerlerde hayatını yaşa.

 Benim şehrim soğuk, benim şehrim karanlık. Gökyüzü yok benim şehrimde. Geceleri yıldızlar yok. Benim şehrimin nehirlerinde balıklar gezinmiyor; ormanlarında kuş cıvıltıları yok. Hayalet gibi benim şehrim. Üstüne sis bürümüş; karı bile temiz ve saf değil.

 Umudum yok benim. Hiç de olmadı sanırım. Düştüğüm çukurda boğuluyorum; dibini gördüğüm halde yükselme zahmetine katlanamıyorum. Yorgunum; kanatlarım kırık.

 Gözlerimden fışkıran yalnızlık bataklığına çekmek istiyorum herkesi. Kaybolmaktan korkma; belki de..

 Belki de umut bir gün benim de şehrime uğrar...





Kapalı

 Bütün gece boyunca şafak beklenir sadece, hani gecenin en karanlık anında doğup da tüm dünyayı aydınlatacak olan o ışık gelecektir ya..

 Umut sadece dört harfli bir kelime; bazı hayatlarda hiç geçmeyen. Sadece kaybetmiş, dibe vurmuş, yaşanmamış ve yaşanamamış olanlar için sadece arkasında pişmanlıkları bırakıp giden; buralarda pek bulunmayan...

 Bir süre sonra kırılacak bir kalbinin bile bulunmadığını fark ediyorsun. Dışarıdaki dünyanın verdiği savaşın sadece tanığı olup; içindeki savaşa ev sahipliği ve başkomutanlık etmek zorunda kalmak hiç umudunun olmamasından daha fazla acı verebiliyor. Ne kadar az umarsan o kadar az hayal kırıklığına uğruyorsun sonuçta.

 Geçmişini, hayal kırıklıklarını içine duvar örüp gerisine kapatırsan; güneş girmeyen eve doktor da giremez duruma gelir bu sefer. Kalbinde biriktirdiğin hayal kırıklıklarının bir gün gelip de sana taşıyamayacağın kadar büyük bir yük haline geldiğini düşünsene.

 Bu durumdayken sana sadece kendin yardımcı olabilirsin. Dışarıdan yardım aldığında işler daha da kötüye gidecektir. Kelebek misali. Kozasının içindeki bir kelebeğe dışarıdan yardım etmeye çalıştığınızda öldürürsünüz. Kelebeğin kendi başına o kozadan çıkabilmesi gerekir. Bu işi yaparken kanatları kozaya sürttükçe gelişecek ve güçlenecektir.

 Lise edebiyat hocası saçmalıklarını bir kenara bırakalım.

 Kimse kimin ne için yaşadığını, neyi düşündüğünü, neyi düşlediğini asla bilemez. Birçok kere önümüzde duran fırsatları sırf zevk olsun diye gözardı edip daha iyileri umudu ile peşinden koşmadık mı? Belki de senin yoluna çıkınca sadece yanından geçip gittiğin şey başka birisinin hayallerini süslüyordu?  Ya da başka birileri senin yıllardır hayalini kurduğun şeyin doğuştan beri içinde yaşıyor ve fakat bundan hoşnut durumda değil? Eline geçen fırsatlardan dolayı kimseyi yargılamamız da söz konusu olamayacağı gibi; sadece kendi hayallerimizin peşinden koşabilmeyi öğrenmeliyiz. En azından uyumamıza yardımcı olanların arkasından yürüyebilecek gücü kendimizde bulabilmeliyiz.

 Kendini dışarıya kapatmak; sadece bir illüzyondan ibaret olan yaşamın sahnelerinden birisinde kaybolmak demektir. Bilirsiniz; illüzyonda ilk sahne ''Vaat'' tir. Doğumunuzdan sonra size gülücükler atan insanlar etrafınızdan eksik olmazlar. Sizi hayata karşı hep bu gülücüklere boğulacağım inancı ile hazırlarlar. Hayalleriniz güzeldir; temiz bir popo, sütlü bir mama ve birkaç tane sallayınca ses çıkaran oyuncak. Burada gösterilen hiçbirşey aslında gerçek olmayacaktır. Olan da zaten ileride vazgeçilerek sadece fotoğraflarda kalacaktır.

 İkinci sahneye ''Dönüştürme'' denir. Siz büyüdükçe bu perdenin ne zamana rast geleceğini anlamaya başlarsınız. Hani insan 19-24 yaş arası bir değişim geçiriyor da; o arada bir bok olmazsa sik kafanın teki olarak kalıyor ya, işte burası tam olarak o kısım. Sizin gibi olağanüstü bir nesneyi alır ve tam bir sik kafaya dönüştürmeye çalışır. Hilenin sırrını arar arar bulamazsınız. Birkaç yoldan birisini seçersiniz ki bu büyük ihtimalle ''düşünme'' olacaktır. Aslında dikkatli baksanız cevap tam olarak da orada duruyordur.

 Üçüncü ve en güzel sahne en sonda gelir. ''Prestij'' denilen bu bölümde herşeyi geri kazanmanız gerekecektir. Ergenlikten kaybettiğiniz tüm herşeyi bu bölümde geri getirirsiniz. Ama ''Vaat'' ten sonra olabildiğince çok yorulmuş, tecrübe kazanmış ve yıpranmış olursunuz. Ama gerçekler bir bir gözlerinizin önüne serildiğinde ''Değdi be onca şeye'' diyebilecek misiniz?

 Etrafımda tek çiçek koklamamış, tek bir yıldıza bakmamış, kimseyi sevmemiş, bir göğüs üzerinde uyumamış, kavga etmemiş, düşmenin adrenalinini yaşamamış, kısacası hayatla bağını koparmış insanlar görüyorum. Tek bildikleri birtakım sayılar ve harflerle uğraşmak.

 Böyle olmamalı. Ya da olmalı mı? Bilemezsin. Yaptığın sadece boşlukta sürüklenmektir. Bir ışık gelip de seni bulana dek.

 Nereden çıktığı belli de olmayacaktır elbette; bakarsın bir gün başka bir kılığa girmiş bir şekilde gelecektir; uğrayacak kollarına, ağlayan suratından aşağı süzülen gözyaşlarına konacak; kapattığın ve sakladığın duygularını saracak, seni yeniden ısıtacak.. Belki bir gün; ölmüş ya da hala bekliyor olacağız...


Çünkü Sen ve Ben; Ölmek İçin Doğmuştuk


 Kalbime hoşgeldin prenses, kusura bakma burası yıkılmış bir saray olmak için biraz fazla dağınık..

 Karmaşık bir zamanda geldin. Nasıl anlatsam, hani bir meyvenin ağızda bıraktığı acı tadın hala hücum ettiği zamanlar.. Söylediğin gibi özgürlüğü arayan, ama bağlı olduğu hayallerin peşinden koşmak için özgürlüğünden de vazgeçemeyen bir adama rastladın. Yorucu birisiyimdir ben, yorulmaktan yormaya başlamadım; sadece kendim de yorulduğum ve kalbimi attıracak gücü kendimde bulamadığım için sana geldim.

 Geldim sana, elim açık bir şekilde, tutmanı beklediğim bir halde, arkamda sakladığım elimde ise sana ait birşey var sevgilim; kalbim. Tut sıkıca olur mu hiç bırakma sakın? Çünkü çok fazla parçalandı; ben saklayamadım bunca zamanda. Değerini bilemedim, kaybettim, düşürdüm, yanlış kişilere emanet ettim. Yürüdüğüm yollarda hep kalbimi göğsümde değil de başka yerlerde saklamaya çalıştım. Gizledim, duvarlar ördüm, ulaşamasınlar dedim. Tek kıymetlimin değerini hiçbir zaman bilemedim. Bunun yüzünden hep dışlanmış oldum. Özellikle de insanlar duygusuz sandılar beni.

 Hiçbirşeyi takmayan, eğlenmek ve gülmekten başka hiçbir derdi olmayan bu adamın aslında kocamaaan bir kalbi var biliyor musun? Ritminin herkesde aynı olduğu fakat amaçları farklı farklı olan kalplerden bir tanesine de ben sahibim. Ve ben bunca zaman sakladım hep, sesini duyurmamaya çalışarak, dışarıdan o yokmuş gibi görsünler diye öyle olmaya çalışarak.

 Ve bir gün; kalbimin teslim edilmesi gerekenden fazla sürede elimde tutulduğunu fark ettim. Parçalarının toparlanmasını izleyemeyeceğim belki; bilmiyorum ama tüm kırık ve döküklerini birleştirebildiğim kadarı ile sana geldim.

 Eline bırakıyorum şimdi o arkamda sakladığım kıymetlimi sevgilim;

Ona çok iyi bak olur mu? Çünkü bundan sonra atacağı her ritim senin adını sayıklayacak, içinde sadece seni barındıracak. Bugünü ve yarınıyla, tüm hastalığı ve gülücükleri ile senin olacak.


Bazen ask yeterli degil ve yol engebeli oluyor
Nedenini bilmiyorum
Beni güldürmeye devam et
Hadi yüksege gidelim
Yol uzun, devam edebiliriz
Bu arada eglenmeye çalış..





Nihilist ve Varoluşçu




 ''Siktir et be oğlum. Getir kadehleri getir bu seferki göğüs göğüse.'' dedi Emre. Liseyi bitirdim bitireli görüşmemiştik. Bu seferki kaçıncı biraydı hatırlamıyorum. Dur biraz. Hatırlamadığım daha fazla şey var. Biraz daha eskiye dönelim.

 Taksim Semerkant'tayız. Daha girişinden belli fakir sponsoru olduğu, ufak, birkaç katlı bir mekan. Üst kata tam barın önündeki 6 kişilik masalardan birisine 2 kişi kurulduk. Maksat vantilatör ve barmene yakın olmak. Etrafta birkaç çift, kafa dağıtmaya gelen bizim gibi 'single player' takılan birkaç eleman ve barmenden başka kimse yok. Ara sıra gelen giden olsa da aralarında pek ilgi çeken tipler bulunmuyor. Buraya daha önce de gelmiştim fakat uzun süre geçmiş ki hatırlamıyorum.
 İlk biraları söyledik. Sigaralarımızı yakıp başladık muhabbete. Zaman sıkıntımız yok. İki işsiz, hayattan ve çevrelerinden siktir edilmiş, asker kaçağı, sigortasız vatandaş. Derdimiz ya da sıkıntımız yok. Maksat sadece birazcık daha eğlenip kafa dağıtmak.
 Biradan her yudum çekişimde bir fırt alıyorum sigaradan. Emre da öyle. Bir süre tütün üzerine muhabbet. Marlboro'nun içine yatırıldığı şarap markasından tut da Djarum'ların içindeki karanfil oranına kadar .
 ''Birazdan uçucam ama ben bak baştan söyleyeyim de. 2 biraya göt olmam hani ama kafam da güzel olacağını biliyorum reis'' dedim sırıtarak.
 ''Bende öyle oğlum. Olmuyorum diyen bok yemiş amına koyim. Çok gördük bi kasa birayı tek başına içiyorum deyip de yanımda 2 kırmızı Tuborg'a kendisini siktirmeye çalışanları. Rahat ol; kardeşin yanında.'' dedi.
 Gülmeye başladık. 'Hadi o zaman kafa kafaya' deyip bardakların ağız kısımlarını tokuşturduk. Uzun bir yudum çektim. Yemek borumdan aşağı akan buz gibi biranın açtığı yolu hissedebiliyordum. Sonra yine bir fırt daha aldım yarısına gelmiş olduğum sigaramdan.

 Ortam gittikçe kalabalıklaşmaya başladı. Sanki bizim burada olduğumuzu haber almışlar gibi. Tüm masalar doldu, çiftler ve kızlı erkekli gruplar halinde. Ortamda 2 sap sadece biz vardık. Emre da bunu düşündüğümü fark etmiş olacak ki dönüp ''Boşuna bakma oğlum bizim gibi başka sap yok.'' dedi. Yine gülmeye başladık. ''İddaa oynuyor musun hala'' diye sordum.
''Bıraktım. Parasızlıktan. Olsa oynamaz mıyız. 2 liranızı 500 lira yapıyoruz'' dedi ahenkli bir sesle. ''En son bahsettiğim 40 lira var işte. Onu da başka kupona bastım. Olan sigara parama oldu.''
''Bende o da yok oğlum şükret. Geceleri çay sarıp içiyorum. Bazen de üşenmezsem demliyorum.'' dedim. Artık çay sarıp içmekten boğazımdaki tüm yumuşak doku tahriş olmuştu ve dilimden sonrasını ciğerlerime kadar hissetmiyordum. Gerçekten de eskiden insanların kafa bulmak için köy meydanında yaktıkları bir bitkiyi ufak kağıtlara sıkıştırmış içiyor ve hayatımızdan her nefeste yeni bir nefes daha götüren bu isyankarın kölesi haline gelmiş durumdaydık.

 ''Moruk aslında ne yapmak lazım biliyor musun?'' dedi gözlerini sağa doğru kaydırarak. Daha o söylemeden kafamı gözlerini çevirdiği tarafa döndürdüm ve ne yapmam gerektiğini anladım. Yanık tenli, kolları abuk subuk şekillerde, biçimsiz dövmelerle bezeli apaçinin birisi bebek suratlı bir kızı köşeye kıstırmış sarhoşluğun da verdiği cesaretle içine düşmüştü.
 ''Tuttuğunu olduğu yerde çömdürüp...'' diyerek sesimi giderek alçalan bir tonda kullanarak ve kafamı hafifçe diğer tarafa döndürerek olayın vahimliğini vurgulamak istedim.
 ''Yok moruk öyle değil lan. Tuttuğunu sikmek bize yakışmaz.''
 ''Neyi yakışmaz amına koyayım sanki kralız ya ortamların aranan adamıyız, klas olup olmamamız milletin umurunda, herkesin gözü üzerimizde.'' dedim umursamaz bir tavırla. Çünkü ikimiz de kimsenin umurunda değildik, ailelerimizden uzak, itilmiş, savrulmuş, arkadaşlarımızdan kopmuş bir haldeydik. Umurumuzda da değildi çünkü yeterince üzülmüş, kırılmış ve yorgun bir halde hala savaş verme peşindeydik. Bunu bir insanın gözlerinden asla okuyamazsınız. Gözlerin anlatacağı sadece dün gece uyku ihtiyacını yerine getirip getirmediğidir. Kolu kanadı kırık bir insanın sadece kalın mı kalın duvarları vardır. Kırık kalbinin daha fazla parçalanmasını önlemek için kendisini insanlardan uzak, kalbini daha da uzak tutmak zorunda hisseder. Ve insan ne kadar kalabalıktaysa kendine o kadar yalnız, ne kadar yalnızsa kendine o kadar kalabalık gelir. Yalnızdık, asosyaldik, hayattan umudu ve beklentisi olmayan iki adamdan fazlası değildik. Bir de birer bardak bira ve üç-beş sigara. Ve Emre gelmiş bana şu anda ihtiyacım olan son şeyin bir kadın olduğunu söyleyecekti. Buna izin veremezdim ama konuşmaya başlamıştı bile.
 ''Niye oğlum sen milletin ne dediğine bakmayacak mısın hiç? Bunca zaman koluna taktığın tüm kızların aslında bir çantanın elbisene yakışıp yakışmadığını görmek gibi yanındaki kızın da senin kişiliğini, karizmanı ve saygınlığını yansıtacağını düşünerek seçici olmadın mı?'' dedi ateşli bir şekilde.
 Biramdan büyük bir yudum daha alıp bir sigara daha yaktım. Kafamı apaçi ile bebek suratlıya çevirip;
''Sana bir sır vereyim mi? Ben hiç bir kız için yanlış insan olamadım. Yani hiçbir zaman bir kıza 'ben senin için doğru insan değilim' diyemedim.'' dedim. Şaşırmış görünmesini beklemiyordum zaten. Çünkü o da hiçbir zaman yanlış insan olmamıştı bir dişi için. Çünkü uzun yalnızlıkların üzerine gelen her türlü canlıya koruma, kollama ve şefkat duygusu besleyecek kadar açtık.

 Sadece gülümsedi, birasından bir yudum alıp ''Aslında beni anlatıyorsun. Bizim devrimiz geleli çok olmuş farkında mısın? Çünkü asıl 21. yüzyılda yaşayan erkek yalnız, depresif, duygusuz, iki yüzlü, dengesiz, hayatını parçalara bölmüş bir adamdır. Evde, okulda, işte, maçta, dışarıda, sevgilisinin yanında, dostunun yanında, samimi olmadığı arkadaşlarının yanında, hepsinde farklı olan adamlarız.'' dedi ve devam etti. ''Hani insanların sana hep 'beni anlatıyorsun' dediği durumlar oluyor ya; sen aslında onlara kendini anlatıyorsun, sonra farklı bir rol takınıyor ve samimi taklidi yapıyorsun. Ve yalanlarının inandırıcı olması için gerçeğe ufak bir noktadan dayandırıyorsun. Sonra da gidip insanlardan nefret ettiğinden, hayvanları daha çok sevdiğinden, insanlara ihtiyacının hiç olmadığından falan bahsediyorsun. Beş yaşına kadar annesini emen adamların bunlardan bahsetmesine çok gülüyorum dostum. Özellikle de hala birşeyleri satın alabilmek için 'baba benim şunu almak için şu kadar param var, ben kazandım, ben biriktirdim ve alacağım' diyeceği yere 'baba benim şunu almak için şu kadar paraya ihtiyacım var ve bunu sen verebilir misin' diyen insanların bahsettikleri özgürlük kavramı beni öldürüyor. Gülmekten altıma etmek için mükemmel bir sebep.''

 Ne diyeceğimi bilmiyordum; geçen hafta ayrıldığım kızı tavlamak için konuştuğum kelimeleri kullanıyordu, hem de noktası noktasına. Belki de ben de saçmalıyordum, belki de ben yanlış bildiğimi düşünüyordum o zamanlar ama Emre'nin de benim sözcüklerimi kullanması hoşuma gitmişti. Canı cehenneme olan 'özgünlük' kavramından oldukça uzak olduğumu fark ettim. Diğer insanlarla aynı kelimeleri konuşuyor, aynı farkındalığı yaşıyor olmam biraz garibime de gitmişti.
  ''Aslında ben kendimi, seni, onu, bunu değil; herkesi anlatıyorum. Hepimizi. Hepimiz aynı dertten muzdarip insanlarız. Hepimizin içinde bir boşluk var ve neyle dolduğunu bilmediğimiz için gözümüz hep aç kalıyor. Kimisi yemekle, kimisi bilgiyle, kimisi seksle, kimisi de inançla dolacağını zannediyor. Fakat bir türlü dolmadığı gibi, bilincin genişledikçe daha fazla istiyor ve sonsuz doyumsuzluk denen olguya varıyoruz.'' dedim katılır ve desteklercesine.

 Biraz sustuk ve motorumuzun soğuması için kendimizi dinlenmeye aldık. Ortamda çalan ''Kupa kızı ve sinek valesi''ni dinledik bir süre. ''Biraz pürüzlü tenimde yaşam hücrelerimi buldu'' diye devam ederken birden aklıma yeni gelmiş gibi konuya giriş yaptım.

 ''Yavaş yavaş hayatındaki en çok değer verdiğin, sana değer verdiğine de inandığın insanın ellerinin arasından kayıp gitmesine gözünü nasıl yumabilirsin ki? Yumdum işte. Umurumda da olamadı hiç. Yalnız doğduk yalnız öldük tribi de değil hani moruk. Sadece kendime verdiğim değerin ve egomun üstüne asla hiçbirşeyi çıkarmamayı kendime ilke edinmiştim. Ve yaptım. Hayatım boyunca da devam ettim yapmaya. Çünkü ipin ucunu bir kere kaçırmıştım; artık hiçkimse gelip benim aklımı başımdan alamayacak, kendimi olduğumdan farklı birisiymiş gibi göstermemi sağlayamayacaktı.'' dedim konuyu değiştirdiğimi bile fark etmeden.
 Tam da bu sırada nasıl olduysa Teoman'dan David Bowie'ye geçmişti şarkı listesi. ''Rebel rebel'' diyordu David Bowie. Anlatmak istediğim olaya daha uygun bir fon müziği olamazdı dedim kendi kendime. Hazır girişini yapmışken soğutmayayım dedim.

 ''İlke edinip edinmeme meselesi değildi bu aslında. Moruk daha lise son sınıfta bir herifsin, önünde yaşadığın yılların onlarca postası daha var. Ufak bir matematik hesabı aslında. hani matematik hocalarının 'matematik hayattır' saçmalıkları gibi değil bu. Birebir matematiksiz de olsa hayatın tam da kendisi. 20 senelik yaşamışlığının üzerine ortalama insan ömrünün hesabına denk getirirsen 1/4 ü yaşanmış oluyor. Tabi sağlıklı yaşam zırvalarına dahil olarak. Kendime biçtiğim ömür 60 sene olduğu için ben 1/3 ünü bitirmiş oluyorum. Felsefesini geçtim hadi yine; kibrimin ve egomun açıklamasını yapabilmem için sıvamam gerektiği kadar sıvıyorum. Biraz daha sıvayayım istersen.''

 ''Buyur moruk mikrofon elinde, sahne senin'' dedi Emre yeni biralarımızı söylerken.

 ''Daha önce hayatımı paylaştığım insanlar hep varoluşçu, ben ise nihilist. Aradaki tek karmaşa bu. Beni onlardan farklı kılan, bende onlara dair heyecan uyandıran tek şey buydu. Belki de onların bu takıntılarını çözme arzumdan kaynaklandı hep ilişkilerimdeki heyecan. Ama bir süre sonra hep olduğu gibi boş vermelerim ve yalnız kalma isteğim kötü sonuçlara yol açtı. Kadınları çözmeye çalışmak güzeldi moruk, anlıyor musun? Onları birer puzzle ya da bulmaca gibi görmek, ya tamamlamaya ya da tümünü açığa çıkarmak oldukça ilginç oluyor.'' dedim. Kelimeler ağzıma geldiği gibi çıkıyordu saatlerdir olduğu gibi.

  Emre'nin gözlerindeki parıltıyı o anda fark ettim ve kaynağını yumurtlaması da pek uzun sürmedi zaten. Shotlarımızı yine attık ve kaldığım yerden devam etti. ''Hiç' dediğin şey nedir ki? Arkasında baba gibi bir güvenceyi almış bir organizmanın nasıl olup da kendini yokmuş gibi saymasını beklersin? Hep beklentiler vardır, hep umutlar vardır, hep istekler vardır. Bizde ise; ben sadece annemi sevmiş, babama ise saygı duymuşum. Ama kızlardaki bağlılık onları kendilerini aile ve arkadaşlarından soyutlamak yerine daha çok bağımlısı yapmış durumda. Bir erkeğin elinden tüm ailesini alabilirsin, bu onu en fazla psikopatın önde gideni yapar fakat bir kızın aklından asla gerek sevgilisinde bulduğu gerekse babası sayesinde direkt yaşadığı 'biricik kızıyım ben onun' duygusunu söküp atamazsın. İşte bu yüzden 'vazgeçmek' kavramları yoktur. Bırakıp gidemezler, hep bir parçalarını bırakırlar, akıllarının bir köşesi, kalplerinin bir parçası, bilmemnesi işte.''

 ''Peki ya gidenler ne olacak moruk?'' dedim. ''Bizim böyle sik gibi ortada kalmamıza sebep olanlar? Arkalarına bakmaya tenezzül etmeyenler? Sanki birisi onları bizden daha çok sevecekmiş gibi inancı olanlar? Hani varoluşçuluk bunun neresinde?'' diye devam ettim etrafı süzerek.
 ''Ya onların Allah belasını versin zaten kanka. Tahmin ettiğinden fazlasını kaybettiklerinden habersizler. Aslında varoluşçu falan değil bildiğin gerizekalılar. Nihilist kız bulamayacağın gibi; olur da bulursan eğer elinde tutamazsın moruk. Çünkü hiçbir bağı olmayan, dikiş tutmayan insanlardan tamamen bir hiç bekleyemezsin. Hepsinin bir hikayesi vardır elbet. Bir kırıklığı, pişmanlığı, aşkı, umutları. Peki senin neyin var geçmişe ve geleceğe dair?''

 ''Hiçbirşeyim. Ne geçmişe dair bir kırıklık, ne pişmanlık, ne de bir kuyruk acısı. Geçmişim koskoca bir karanlık, tıpkı geleceğim gibi. Yarınlara da umutla bakmak isterdim ama bugün de dünün yarını olduğu için pek birşey beklediğim yok. Anı yaşama saçmalığı. Ergenler Carpe Diem mi ne diyorlardı ya hani; ondan.''

 Biranın yükü bastırmaya başlamıştı. Tuvalete gitmek için kalkmamla yolun uzaması bir oldu. Dünyanın ayaklarımın altından kayıp gittiğine açık açık şahit oldum. Bir türlü kendimi durduramıyordum. Salına salına yürüdüm ve aynanın karşısına gelene kadar kendimde olup olmadığımın farkına varamadım.

 Aynaya baktığımda bir anlık çektiğim yabancılık karşıladı beni. Başka birisini çok yakından incelemek gibiydi. Bir süre aynadaki yansımamı hayran hayran seyredip kendi kendime ''İşte karşımda dünyanın en mükemmel varlığı duruyor'' dedim. Ben olduğum gibi güzeldim, çünkü tanrı hata yapmış olamazdı. Geri döndüğümde Emre kaldığımız yerden devam etme niyetindeydi. Devam ettim ben de aynı yoldan.

 ''İnsan olmanın özelliği nedir biliyor musun? Meleklerden bizi ayıran tek şey 'şeytan'a verilmiş olan ego, kibir, kendini üstün görme ve zaafiyet denen vasıfları barındırabilme yeteneğimiz. Melekler aslında bizleri birer hastalıklı, eksik, çöpten başka birşey olmayan varlıklar gibi görseler yadırgamamız gerekiyor. Çünkü kovulmuşun yani ilk insanın beraberinde dünyaya getirdiği ve isteklerimizin, bilinçsel açlığın getirdiği gözü dönmüşlükle evren üzerinde yaratılmış olan en kararsız, en bilinçsel boşluktaki varlıklara dönmüş durumdayız. Ve gittiğimiz her yere, girdiğimiz ormanlara, yok ettiğimiz hayat ve canlılara pisliğimizi bulaştırmaktayız. Özellikle de birbirimize yaptıklarımız kendimizi sadece 'insanlıktan çıkma' durumundan öteye götürmüş olabilir.'' dedim aklıma iyice saçma sapan şeyler üşüşürken kelimeleri dikkatle ve özenle seçerek.

 ''Moruk rakı sofrası muhabbeti desem değil, bira-sigara muhabbeti de değil, nasıl bir konumdayız bilmiyorum ama gerçekten buraya gelmeden ne içtiysen söyle valla bende söyleyeceğim'' dedi Emre gülerek. Durup dururken gülme sınırını çoktan geçmiştik, her gelen bira ile birer shot tekila atmıştık ve damarlarımızda şu anda ehliyetine el konması gereken bir sarhoşta olabilecek olan seviyenin kat kat üstünde bir seviyede alkol dolaşıyordu.

 ''Bilmiyorum lan evden çıkarken reçel ekmek yediğimi hatırlıyorum sadece. Valla kapıdaki midyeciden şüphelenmeye başladım ben kanka'' dedim gülerek.

 Sebepsiz yere oturup birkaç dakika boyunca sadece güldük. Akıllarımızdan geçenlerin ne olduğunun farkında bile olmadan. Aslında bilincin açık olma durumu tam olarak bu olmalıydı. Çünkü kelimeler zihnimden ağzıma karmaşık bir şekilde geliyordu ve ben onları ağzımda toparlıyordum. Düşünülerek yapılan bir muhabbet değildi; bilinç altımıza işlenmiş tüm duygusal ve ruhsal birikimlerin gelişigüzel dışa vurumunu yaşıyorduk. Memnunduk, mutluyduk. Saçma sapan sebeplerle gülen insanlar ne kadar mutluysa artık.

 ''Bunca zaman hiç kendin gibi birisini bulamadığın için yalnızsın değil mi?'' dedi. Hiç düşünmeden yapıştırdım cevabı. ''Farklısını bulamadığım için yalnızım.

 ''Kaçıncı shotu attığını saydın mı?'' dedim. ''Siktir et yak bir sigara daha sen ordan bana'' dedi limonu emmek için eline alırken. Arkada en son hatırladığım kadarıyla şu şarkı çalıyordu.








Lambaya Püf De



 Hoh deme püf de..

 Yazmayalı çok oldu sanırım değil mi?

 Bu aralar sıkıntı dolu bir yaşama ve boktan giden bir öğrencilik hayatına sahibim. Zaten neyim düzgün oldu ki diyerek mala bağlamayayım. Standart işte; senin, benim, onun, şunun, sokaktaki adamın, evdeki hanımın, parktaki çocuğun, kısacası hepimizin bildiği gibi; standart.

 Heyecan, adrenalin vesaire vesaire. En azından insan hayatında biraz olsun renklilik istemiyor değil. ''Hadi beni güldür biraz'' diyen Ogün Şanlısoy ve ''Bana biraz renk ver'' diyen Sıla haklılar gibi. Yalnız fark ettiniz mi; iki şarkı sözünde de ''biraz'' olgusu var.

 Uzatıp laf salatasına girmeyeyim en iyisi. Artık biraz daha sade ve öz yaşamaya ve yazmaya karar verdim. Mesele şu.

 Fazlası olunca boku çıkıyor arkadaş. Herşeyi tadında bırakmak gerekiyor. Gülmeyi de; renklenmeyi de. Çünkü bir gün bir bakarsınız; siz o kadar renkli olduğunuz halde renk körü köpeğin birisi gelir ve sizin renklerinizin hiçbirisini görmeden sizi yargılamaya kalkar.

 Sınırları çizebilmek için değil sadece özgürlüklerimizin mevcudiyetini belirlemek için mesafeleri oluştururuz. Saçma bir kelime oldu yine bak şimdi; nasıl açıklasam bilemedim.

 Şöyle yapalım.

 Bir kutu düşünün. Hay kutuya da yine başladı şekilli anlatım dimi. Evet anca kafam böyle alıyor mühendisiz arkadaş ne yapayım. Her neyse; bu kutu sizsiniz. Kutunun içinde de kalbiniz var ve o kutu bir hediye paketi. İşte size mutluluğu tattıracak insana onu sunacaksınız.

 Ergenler için buraya kadar yeterliydi sanırım.

 Şimdi geldik işin ilgi çekici kısmına.
 Kutu bir kenarda dursun. Özgürlüğü soyut olarak ele alalım. Belirli bir yere kadar sizin özgürlüğünüz kısıtlanamaz ve boyunduruk altına alınamaz değil mi?

 Evet diyorsan kapat şu sayfayı da siktir git derim. Doğduktan sonra kaç sene boyunca ananı emdin? Okula giderken kaç kere babandan harçlık istedin? O çok sevdiğin bilgisayarını alırken babana kaç defa kedi yavrusu gibi mırıldandın?

 Hadi onu da siktir et. Bir kadından veya erkekten hoşlandığında, sevdiğinde kaç kere gözlerini kapattın bazı şeylere? Kaç kere görmezden geldin hatalarını? Bir insanın yapabileceği şeyler dediklerini neden sana karşı başkası yaptığında olağanın üstü tepki gösterdin de dibinin düştüğü hatunun ya da adamın hatası olunca görmezden geldin?

 Özgürlüklerin kısıtlandığı yer duygularındır muhabbetine getirmek istemiyorum olayı da. Aşk dediğin şey zaten mala bağlamaktır; orası ayrı. Aşık adamı sorgulayamazsın, duygularını eleştiremezsin, yargılayamazsın. Fakat özgürlük tribine girip bağlı olduğu şeylerden hala memnunsuz adamın ağzını burnunu şey etsen yeridir.

 En son lambaya püf de diyorduk nereye geldim. Manchester da bala yendi zaten Galatasaray'ımı.

Her neyse; hoh deme püf de.

Koşma Yorulduysan; Anaforda Boğulduysan...


 Saat sabahın bilmem kaçı.. Önümde sadece bunlar var. Ve ben sıkışmış bir haldeyim. Kelebeğim aslında ben. Bunu biliyorum fakat henüz tırtılım; kozamda saklanıyorum. İçinde sıkıştığım, bir çatlasa uçup gideceğim o beni sımsıkı sarmış olan; bunaltıcı ve boğucu kozamda.
 İçimde hiçbir şeye dair umut yok. Beklentim yok, tutkularımdan ve hayallerimden arta kalan kırıklar var sadece. Kötü haberler aldım bu aralar. Almaya da devam ediyorum. Yıkılamıyorum bir türlü. İçi su dolu bir küvette bileklerimi kesip hoşçakal mektubu yazamıyorum kimseye. Çünkü kimse benim son sözlerimi duyacak kadar samimi olamadı şu hayatımda.
 Kırgın ve yorgunum. Çocuk düşlerim yok artık. Kendimi hep 'bundan daha kötüsü de olamaz ama' derken buluyorum her seferinde. Ve hep daha kötüsü oluyor. Gülerken bile bir gün eninde sonunda bu gülüşüm için bile bir bedel ödeyeceğim çıkmıyor aklımdan. İnsanların yaşattıkları mutluluklar hep karşılıklı; kendilerine ödemiyorsun bedellerini de; çekip gittikleri zaman arkalarından salladığın ve salya sümüğünü sildiğin mendiller sallanarak ödüyor gidişlerin bedellerini yaz kış demeden, havaya karşı ıslak ıslak sallanıp üşürken.

 Olsun demek de zor artık...
Bir süre sonra kendini bile hissetmiyorsun; evrende bir kum taneciği olduğumu bilmeme rağmen bu kadar ufak bir şeye nasıl bu kadar dert, keder ve mutsuzluk yüklenebiliyor artık diye hayıflanırken buluyorum kendimi. Her gülüşümün ardından gözlerimi kapatıp bekliyorum bedelini...

 Mutluluğu aramıyorum artık. Onun gelip beni istemeden de olsa bulduğu günleri özlüyorum sadece. Gücüm yok sonsuz mutlulukların peşinde şu sonsuz dünyada koşmaya. Hep başa dönüyoruz, hep aynı yere sarıyor bu kaset. En kral şarkı bile 10 dakika sürüyor şu akıp giden yıllara karşın birazcık unutup kendimi avutayım derken..  Ve hayal kırıklıkları. 10 dakikalık mutlulukların özlemleri sessiz ve derinden sürüyor bir ömür boyunca. Kovalıyorsun, bitmiyor. Akışına bırakıyorsun, kafanı kaldırıp bir bakıyorsun ki kapılmışsın kendini bıraktığın o akışa.

 İntihar edemeyecek kadar korkak birisi de değilim aslında. Ama bir kere almışım tadını mutluluğun; hep umut denen şeyi besliyor ya kalbim benden habersiz kuytu bir köşede, mutlu olacağıma dair.. İşte o yetiyor birazcık da olsa tutunmama yarınları bilinmeyen şu bilinmezlikle dolu yaşamda. Gülümsemeler sıcak tutuyor içimi soğuk sonbahar akşamlarımda.. Tek korkum bir sonraki sonbaharda o gülümsemeleri bulamayacağıma dair. Dibi görmek gerekiyor ya hani bir daha yukarı çıkabilmek için; hani ayaklarını yere vurup yükseliyorsun ya;
işte o dibe saplanıp kalmak denen birşey de var.






Burca Göre Kız Ayartma Rehberi


 Lan.. Oturdum çıkması bayağı bi ileri tarihte olan ama ilk günkü heyecanımı kaybetmediğim; edebiyat tarihimize damga vuracak olan romanımın taslaklarını kontrol ederken nereden estiyse birden şu 'saman alevi' misali parlayan yeni nesil yazarlarımıza baktım. Kezbanların elebaşı Pucca hanım kızımız da taa geçen sene gitmiş sevgilinin burcunu söyle vıdı vıdılı bir tavsiye vereyim gibisinden birşeyler karalamış. Memlekette ilişki gurusu oldu; kızlar peşinden ordu kurup iflahımıza kibrit çöpünden cami dikecekler biz hala bir bok bilmiyoruz bu konularda. Gelin o zaman kardeşinizin elde ettiği tecrübeler ile başlayalım.

 Uzun uzun kadın erkek masalları anlatmayacağım size. Giriş yazısı adettendir dedik yazdık. Gelgelelim asıl meselemize. Astroloji denen boku püsürü karı kız kaldırmak için sadece 190 boyu ve adonisiyle yetinmeyen, az çok kültür kasmış, aklı bir karış havada olan kızlarla az biraz uğraşan her erkek bilir. En azından kendi burcunu falan yani. Akrebin çekiciliği, yayın gerginliği, ikizlerin dengesizliği falan filan.

 İşte gençler olayın özüne geliyorum. Bugün burada; bu tarihi günde kardeşiniz size beleş bir hizmet sunarak (Bir kahve falı desen 10 lira. Bir sik de söylemiyorlar size. Hele Medyum Memiş'in vizitesi 150 kağıt olmuş haberiniz yok sizin. En kısa yol bildiğin yoldur kardo. Alıcaksın buradan bilgiyi, laf arasında da kıza burcunu sorarsın, ki bu büyük bir artıdır. Kızla konuşurken akşamki Messi'nin attığı golden bahsediyorsan zaten sen o masadan kalk siktir git bir zahmet. Kızlar burçlu kovalı balıklı başaklı taşaklı muhabbetlere bayılır. Kardeşiniz beleşe hizmet veriyor; yapmanız gereken tek şey; daha fazla kişiye ulaştırın aq.)

 Hacı açık konuşayım. Ben öyle dizüstü edebiyatı vesaire yazarları gibi akıcı, güldürmelikli, ya da edebî değeri yüksek, ağır şeyler yazamam baştan söyleyeyim. Kısa ve öz yazacağım onun için.

Öncelikle yan tarafta verdiğim tablodan kızın burcunu bir bulun. Sonra kendinizinkini de bulun. He; ikizler burcuysan ikizler kızından uzak dur aga. Kova ve yay iyidir senin için. Balık mükemmel olur. Bu haftalık ikizler erkeği için bu kadar. Sonra diğer burçlar da haftaya.

Öncelikle şunu söylemeliyim gençler. Ne sikim burcu olursan ol; olman gerektiği gibi davranman gerekiyor belli bir süre. Olduğun gibi davranırsan daha keşfedilmeyi çok beklersin. ''Senelerce yay burcu kova burcu diye öldüm öldüm dirildim ama sonunda canıma tak ettiği için ilk gelen akrebe verdim'' gibisinden hikayeler duymak istemiyorum sizlerden gözünüzü seveyim. Onun için burada size aktarmaya çalışacağım profillere uyun çünkü bunlar birebir yaşanmış ve tarafımdan kanıtlanmıştır.


Hay amk bak yine konu dağılıyor. Başlıyorum.

Koç Burcu Kadını;
Hayat dolu oluyor lan bunlar. Hep bir enerjik, hep bir maceracı. Çok keyif alabilirsiniz başlarda. Ama idare etmesi zordur mesela. 'Aga burç murç anlamam ben evde yatar göbeğimi kaşıya kaşıya maç izlerim her pazar akşamı' diyorsan; uzak duracaksın abicim. Çünkü ortada şöyle bir olay var. Koç kadını senden sadece değişim ister. En nefret ettiği şey tekdüzeliktir. Hareket ister, adrenalin ister, gezmek falan işte. Sakin bir yapınız varsa uzak durun derim.
 Tavsiye edilen burçlar; yok öyle birşey amına koyim. Kadın buldun da burcu burcuma uyacak mı diye araştıracak mısın bir de. Git yabış işte. Sadece dediğim gibi. Mizacın ağırsa uzak durman gerekebilir.

Gelelim nasıl ayartacağımıza. (Her burca 4'er satır ayırırsak yandık bu arada.)
Koç = Güç demektir. Güçlü olacaksın arkadaşım. Alfa erkek ol diyen yok ama hayata karşı sergilediğin ya da sergiliyor gibi göründüğün dik bir duruş puanına artı olarak yazılabilir. Tabi bu duruşun getireceği cool'luk da cabası. Hafif umursamaz tavır gizeminizi de arttıracaktır. Şöyle bir örneğimsi vereyim hatta. ''Siklemez'' tavrınız sizin güçlü bir erkek olduğunuzu gösterip ilgisini çekebilir. denemeye değer en azından değil mi?

 Zodyağın da amk. Bir koç kızı size aşık olduktan sonra olay bitmiyor. Heyecanı kaybetmemeniz gerekiyor. Israrlı, sürekli ve biraz da mesafeli oynarsanız skoru her zaman lehinize çevirmek mümkün.

Boğa Burcu Kadını;
 Ac/Dc'nin Rock'n Roll  şarkısında bahsedilen 'One hot angel'' kesinlikle boğa burcu kadınıdır kanaatimce. Sevişmez, spor yaparlar bildiğiniz. Nasıl bir şehvet, nasıl bir tutkudur o. Mizah duyguları gelişmiştir; kendileri ile dalga geçebilecek kadar alçakgönüllülerdir. Boğa kadını demek somut bir ilişki demektir. Yiyip içip sevişeceksin arkadaş! Teoman'dan şarkı dinlemeye, Hotel California açıp dans etmeye hiç lüzum yok. Koç kadar hızlı yaşamasa da kesinlikle tutku insanıdır; tutku ile yaşamak gerekir.
 Mizacı ağır olan arkadaşlara yine tavsiye etmiyorum. Kertenkele gibi sevişmeyi umarken üzerinizde bir ahtapot bulabilirsiniz.

 Geldik nasıl ayartacağımıza. Kendilerini çok fazla belli eden bir gruptur gerçi boğa burcu hatunları.. Koç'ta olduğu gibi güçlü olmanız gerekiyor. Ve dediğim gibi; biraz somuta dayandırın ilişkiyi. Romantizminiz sabun kokan çarşaflar olsun. Öncelikle hoşgörülü kızlar olmalarına rağmen gözlerinde bir kere düşerseniz bitersiniz. Sürekli bir alfa erkek modeli (alfa erkek: sürünün en baskını) tutturmanız gerekirse devam ettirmeniz de gerekecektir. İlişki monotona bağladığı zaman direkt olarak sizi yanından kaçırmak için tahammülsüze bağlar. Bence uzayın!

 İkizler Burcu Kadını;
 Ağlamak istiyorum. Böyle lanet, dengesiz, bir dediği diğerini tutmayan başka bir burç daha yoktur herhalde. İkizler kadını çekilmezdir. Yok lan dur şaka şaka gel buraya. İkizler kadını zeki, entelektüel, yaratıcı ve titizlerdir. Porno endüstrisinde çoğu yıldızın İkizler Burcu olduğunu biliyor muydunuz? Tabi ya kim uğraşacak karının doğum günüyle falan değil mi? Öyle değil işte olay.

 Eğer bir ikizler kadını ile çıkıyorsanız hayat damarlarınız düğümlenmiş demektir. Daha dün yüzünüze karşı en ağır küfürleri eden birisi ile bu akşam birer kadeh içki randevunuz olabilir! Tutkulu yaşama deyince ikizler burcuna geleceksin arkadaş. Macera dolu, aşk ve romantizm dolu yaşamayı severler. Hareket ve sosyal yaşam onlar için çok önemlidir. Zeki olmaları ya da öyle görünmeleri içlerindeki bazı boşlukları doldurmak içindir.

 Nasıl ayartacağımı ben de senelerdir pek kestiremiyorum çünkü çift karakter meselesi var. Dengesizlikleri bazen bacayı aşsa da ilişki boyunca monotonluktan bir saniye bile yakınamayacağınıza garanti edebilirim. Ve İkizler kadını dikkat çekmeyi sever. Siz de konuşkan, espritüel ve zekasına güvenen birisi iseniz İkizler kadınını elde etmek için fazla bir çaba harcamanız gerekmeyecektir. Çok iyi bir dost olabilirler ayrıca fakat konumuz bugün dostlarımızı nasıl seçmeliyiz değil.

 Yengeç Burcu Kadını;
Sabır abicim. Sadece sabır. Bu kadınlar dünyanın dert küpleridir neredeyse. Çelişkili bir burçtur ama. Bir kısmı duygusallığın dibine vurmuş, hayata küsmüş, etrafına insan yaklaştırmaz moda girmişken diğer kısmı kendisini hayatın tam ortasına atar. Yalnızlık korkusu en fazla olan burçlardan birisidir. Eğer kendinizi onun anılarında güzel bir yere yerleştirirseniz kalbinde sonsuza kadar yerinizi bir köşede garanti etmiş olursunuz.

 En sevdiğim manita düşürme olayı burada geçerli dostlar. Yara saracaksın. Çünkü bir yengeç dengesizliği ve kabuğuna çekilmesi ile içinde çok büyük (!) dertler saklayacaktır. Sizin yapacağınız tek şey ilgileniyormuş gibi yapıp, samimi taklidi yapmaktır. Zaten ileride o da fark edecektir ne kadar boş şeyler için üzülüp içinde tuttuğunu. Üzerine düşülmesinden hoşlanırlar. Baba şefkatini gösterin onlara. Güvendikleri zaman tamamen sizin kollarınıza bırakırlar kendilerini. Biraz duygusal takılmanın faydası da vardır yani. Duyarlı ve duygusal erkeksiniz bu modelde.

 Aslan Burcu Kadını;
 Pamuk Prenses'le tanışmaya hazır olun. Yaka silktiğim burçlardan birisi. Dünyanın tek hakimidirler, en iyi onlardır, en güzeli onlar giyer, en doğruyu onlar bilirler. Bozmayacaksın. Egosunu okşa, değerli olduğunu hissettir, birazcık sahiplen ve aslan kadını senin. Ego okşama meselesi çok önemlidir. Alçakgönüllülük etmemeyi adet haline getirdiği için sakın teşekkür falan da bekleme. Egoları götlerinden büyüktür.

Yapacağın tek şey dünyanın sizin etrafınızda; sizin de onun etrafında dönüyormuş gibi davranmanız. Onlar lükse falan düşkündürler. Sizin de öyle olmanızı isteyeceklerdir. Biraz bakımlı olun, seviyeyi yükseltin. İltifat etmeyi sakın ama sakın unutmayın!! Aslında yazacak çok şey var; çok dilim yandı ama yapılacak fazla birşeyiniz yok. Amacınız onu mutlu etmekmiş gibi davranmalısınız.

 Başak Burcu Kadını;
Turşusu kurulan kızlar. Bu kızlar hiçbir boku beğenmezler gençler. Aslında beğenirler de 'Ulaşılmazın cazibesi' denen şeye fazlasıyla kapılırlar ve bu yüzden yakınlarındakileri gözardı edebilirler. Ama ilişki oturduğu zamanlarda kesinlikle akıllı, mantıklı ve gerçekçidirler ve çok iyi birer anne olacaklardır. En sabırlı gruptur. Sıcaktırlar, alışkanlıkları vardır ve kesinlikle arkadaş canlısıdırlar. ;

 Elde etmek için biraz uğraş gerektirir ya dediğim gibi; 'ulaşılmazın cazibesi'ni tattırmanız gerekebilir. Bazen hiçbir siki beğenmeyip sizi tilt edebilirler fakat sahiplendiklerinde annenizi bile aramazsınız. Dikkatli oynayın; temiz ve titiz çalışın. Eninde sonunda elde edeceksiniz, elde ettikten sonra keyfi en çok çıkan burçlardan birisidir. Anlık yaşarsınız, dalgalanmalar içerisinde sürüklenir durursunuz. Monotonluk yoktur. Heyecan vardır.

 Terazi Burcu Kadını;

Duygu dengesizi, özgür kızlar. Yönetme huyları vardır. Müthiş bir dengesizliği içlerinde barındırmalarına rağmen dışarıdan oldukça pozitif enerji dolu, aşk kadınıymış gibi görünebilirler. Arkadaşlarının ve sevgililerinin hayatlarına müdahale etmekten hoşlanırlar. Birçoğu sanatla ilgilenir. Depresyonları ağırdır fakat birden parlayıp söner.

 Sanatı ve sanatçıyı seviyorsanız sorun yok. Çünkü sanatsız ve aşksız bir hayatı düşünemezler. Ama bir kötü yanları da olayları kafalarına göre görme huylarıdır. Yani sizin anlatmak istediğiniz gibi değil kendi anlamak istediği gibi anlarlar hep. Ve asla baskı kurmayın. Özgür kızlar dedik baştan. Siz de sanatçı ve zincirlere sığmaz ruhunuzu ortaya koyun.

 Akrep Burcu Kadını;
 Zodyağın 2. kere amk. Ne burcu olursan ol; (akrep erkeği dışında) bu kızın cazibesi ve ateşine yetişemezsin arkadaşım. İleri düzeyde çekici, güzel, etkileyici falan oluyorlar. En patatesinin bile bir yerinin çekiciliği vardır. Ama ilişkilerinde kinci ve çıkarcı olabilirler. Fakat yatakta size tutkularıyla kesinlikle bu yanlarını gözardı ettirecektir. Güzel yalan söylerler, kendilerini garantiye alana kadar da erkeklerini terk etmezler. Ama bir bittiği zaman tamamen bitirirler. Gözlemlediğim kadarıyla arkasından en çok ağlanan burçlardandır; elinizden kaçırmayın derim.

 Maskülen yanları baskındır fakat siz siz olun asla 'erkek gibi giyiniyorsun' tarzından laflar etmeyin. Eski tarihlerden beri seks ilahesi olarak görülüyorlar fakat sizin onu yatağa atmanız için kişisel cazibenizden fazlasını ortaya koymanız gerekebilir. Tutkulu ve şehvetlidirler, sizin de öyle olmanızı isterler. Bir kere damarına basarsanız sesi çıkmasa bile uzak durun derim. Bekleyip bekleyip zamanı geldiğinde sokarlar ne olduğunu anlayamazsınız. Sizin tek yapmanız gereken yaşam tutkunuzu ön plana çıkarmaktır.

 Yay Burcu Kadını;
Gergindir. Ama size şu sırrı vereyim. İkizler erkeği olarak hayatım boyunca hiçbir kadından yay burcundan aldığım tadı alamadım. Hemen aklınız yatak seks vesaireye gitmesin. Kesinlikle zekidirler. Ve çenesi düşük kızlardır. Tartışmayı ve konuşmayı sever, haklarını savunurlar. Hazır cevaplıkları ile ünlüdürler. İlk söylediğim gibi; gergindirler. Eğer ilişkiden beklentiniz ciddi değilse ve aşkı benim gibi bir oyun olarak görüyorsanız en çok zevk verecek olan burçtur.

Bu burç hakkında size ansiklopedi bile yazabilirim. Hayattan zevk almayı bilen bir İkizler Erkeği ile mükemmel çifti oluştururlar. Baştan uyarayım; ilişki ters giderse anormal dozda özlenebilirler çünkü ellerinin değdiği monotonluktan kurtulur ve harekete alışır.
 Yay kadını gezip tozmaya, keşfetmeye ve maceraya düşkündür. Çünkü bu burç kadının da içinde sakladıkları vardır. Eğer gözyaşı bok püsür ile uğraşmak istemiyorsanız yüzeysel bir adam olabilirsiniz. Maceracı ruhunuzu ön plana koyun. Gezgin olun biraz. Gerginliğine çare ise üzerine gitmektir. En sonunda kabuğuna çekilecektir. Size de gönlünü alıp yerinizi sağlamlaştırmak düşer. Hakkınızı aramaktan çekinmeyin. Patavatsızdırlar, kalkanlarınız hep havada olsun.

 Oğlak Burcu Kadını;
Çok iyi dostlar lan. Sahiplenici, koruyucu, kollayıcı. Ama kimseye güvenmezler. Bunların da arkalarında saklandıkları bir duvar vardır. Dışarıdan göze batacak şekilde zarif ve hoş birisinin normalden daha gizemli olması ilginçtir. Dürüsttürler, haklarını sonuna kadar ararlar. Genç yaşta olgun tribine girip ileriye doğru çocuk yönlerini keşfederler. Size düşen sadece ayak uydurmaktır; o sizi gideceğiniz yere kadar zaten taşıyacaktır.

 Elde etmesi denen birşeye hiç rastlamadım bu zamana kadar. Oğlak kadınları güvenmez öyle kolay kolay. Yapmanız gereken Amerikan Filmlerinde olduğu gibi oltayı suya atıp saatlerce öylece beklemektir. Yani zaman ister, emek ister. Önce güveninin kazanmak gerekir. Ve sadece güvenini kazandığınızda gerisi çorap söküğü gibi gelecektir. Çok fazla düşünür ama kararsız değildir. Mantık çerçevesinde iyi bir karara varıp sizi de mutlu etmesini bilir. Birazcık sabır ve güleryüz yeterlidir güvenini kazanmak için.

 Kova Burcu Kadını;
Çok iyi zeki taklidi yaparlar ama kesinlikle zeki değiller. Çünkü bu burcu zekiymiş gibi yapan tek şey zekaya hayran olmaları ve zeki olanları taklit etmeye çalışmalarıdır. Geride kalmışlık hissi, onu her konuda bilgi sahibi yapar. İkizler burcundan bu noktada ayrılıyorlar. İkizler çabuk sıkıldığından, kovalar ise maksat daha geniş ilgi alanı daha fazla insan modundadırlar. Yalnızlıkları içlerinde derin bir çukur olmasına rağmen dışarıya asla birşey çaktırmazlar. Etraflarında en çok erkek olan kızlar akrep ve bu burçtandır. Akrep çekiciliğinden dolayı erkekleri etrafına toplar, kova ise sosyalliğinden ve yalnızlık korkularından ötürü.

 Uzun süreli bir ilişki düşünmüyorsanız derinlerine hiç inmeyin. Dengesizliklere tahammülü yoktur fakat monotonluğu sevmezler. Sadece eğlenin ve hayatın tadını çıkarmaya bakın. Şunu da unutmayın, onun ağzından onun için tek olduğunuzu duyduğunuz halde etrafında bir sürü erkekle takılıyor olabilir. Yalnız bırakmayın yeterlidir. Eğer bir kova kadınını etkilemek istiyorsanız; tek yapmanız gereken şey zeki olmak ve ondan üstün olduğunuzu hissettirmektir. Arada sırada kendi haline bırakın; oynayacağı oyunları izlemek zevkli oluyor. Ona göre hamlelerinizi belirlersiniz.



 Balık Burcu Kadını; 

Sanatçı ruhlu, gizemli, duygusal, çekici hatunlar. Hep balık burcu olmam gerektiğini düşündüğüm zamanlarda karşılaştım bir tanesi ile. Hayatımın en güzel haftalarını geçirmiştim onunla beraber iken. İçinizdeki çocuk hala hayaller kurabiliyorsa ikiniz beraber dünyayı terk edip birkaç saatliğine başka gezegenlerde hayallere dalabilirsiniz bile. Ve kesinlikle aşırı duygusallıklarından ötürü aşk acısı çekerler hep. Aşk'tan anladıklarını kesinlikle söyleyebilirim çünkü aşık olduklarında aşkın gereği olarak burunlarının ucunu bile göremezler.

 Sanatçı biraz yabani olur. Doğrudur efendim. Balık Burcu kadınlarını elde etmenin tek yolu ilgidir. İlgi ilgi ilgi. Ona kendini özel olduğunu hissettirin ki (gerçi her kadında bu geçerlidir) size aşık olsun ve sizin de ayaklarınızı yerden kessin. Biraz bencil olabilirler fakat sizin sıcak bir gülümsemenize tüm yelkenleri suya indirecektir. Kendilerini tamamen güvenebilecekleri bir erkeğin kollarına bırakacakları günü beklerler. Siz de bunu yapın! Gidin ve onlara geniş omuzlarınızda ağlayabileceklerini söyleyin.



 Huff sıkıntı bastı amına koyim. Nerde karı bulduysanız gidin çökün işte. Burç falan hikaye amk. ''Beyler kızla buluşçam ne konuşçam bilmiyom'' tarzı konu açmayın daha forumlarda diye oturup yazdım. Okuyun, paylaşın işte. Hadi allaha emanet. Bu da bu seferki şarkımız olsun bari.







Yalnız Adamın Hikayesi




Kimse yalnız adamın hikayesinden bahsetmez. Bahsedenler de hep birilerini katmıştır içine elbet. Ailesini, dostunu, kadınını, Ama Allah'a mahsus olan yalnızlığı tadıp dibine vurmuş bir adamdan kimse bahsetmez bu adamın yaşadığı diyarlarda...

 Filmleri vardır yalnız adamın.. Hayatını özetleyen, ya da hayallerini.. Hiç kimse sormaz o filmin onun için ne anlam ifade ettiğini. Sadece filmdir. Oyuncuları çekimden sonra evine gidip ailesi ile vakit geçiren. Belki filmin senaristidir yalnızlığı çekmiş olan, belki de uyarlandığı romanın yazarı. Ya da yazarın hayal ettiği karakterdir sadece yalnız olan.

 Fakat bu filmlerde bile baş kahramandır yalnız adam. Yalnızdır adı yalnız olmasına da; hep birşeylere sahiptir. Aldığı nefes bile borç kalmasın diye veren adamdır belki ama bir kalp taşır; içine kadın ya da erkekler gömülü olan.
 Adam dediğime bakmayın; belki de yalnız kadındır. Ne bileceksiniz ki siz? Bunca sene toplumun değer yargıları çerçevesinde şekillendirilmiş hayatlarınızın sefa gölgesinde memnunmuş gibi görünüp cefasını sürerken kimse de çıkıp diyemez o yatağa senelerce yalnız girdim diye. Diyemez; çünkü kendine bile söylemekten korktuğumuz şeyler vardır hepimizin.

 Filmlerdeki en kral yalnız karakterin bile bir hikayesi vardır. Tanıdığım en büyük yalnızlardan birisi olan Red Kit'in bile Düldül'ü, Rin Tin Tin'i vardır. Konuşacak birilerine hep sahiptir, gittiği her barda içebileceği birkaç kadeh içki bulabilecektir. Ve bir amacı vardır yalnız kovboyumuzun. Hep bir amacı vardır.
 Filmlere sarmak gerekirse eğer diğer bir yalnız da Travis Bickle'dir. Değerleri kaybolup gitmiş bir bataklığın ortasında yabancılaşmayı son safhada yaşayan bir adam Travis. Sağlığının tek kanıtı egosu olan bu adam; içimizden biri değil mi? Tabi ki öyle.
 Dexter'imiz var bir de.. Yaşayan gözlerin görebildiği en karanlık katillere kök söktürecek yetenek ve zekada. Ve müzmin yalnız. Fakat onun da duyguları var; onun da hisleri.. Ve yasası da belli. ''Öldürmeye değecek insanları öldür.'' gibisinden. Soruyorum; şeytan bunun neresinde?

 Şimdi gelelim asıl meselemize...

 ''Dünyada aşk denen birşey yok zaten bak bunu bekleme'' demişti bir arkadaşım bir keresinde. Aslında altında yatan her cümleciğini bilmeme rağmen devam etmesine izin verdim. Hayatım boyunca inanmak istemediğim gerçekler döküldü karşıma teker teker..
 ''Aşk dediğin şey bir kere olur. Ve o da daha önce başına gelmediği için çarpar seni. Sek içmişsindir çünkü. O çarpmanın etkisi geçtiğinde de baş ağrısı yapar. Ondan sonra onu içine su katarak içmeyi öğrenirsin. 'Onun' olacak o. O zaman da ilk zamanda verdiği tesiri vermez. Ama gariptir ki insanlar hala bekliyor, arzuluyor. Ama öyle birşey de yok dostum; bitti.'' dedi.
 Haklıydı ya da haksızdı; bilemem. Gerçek ya da değildi; ilgilenmiyordum. Çünkü çok küçük bir yaşta öğrenmiştim hiçbir şeyin sonsuza kadar sizi mutlu edemeyeceğini. Hep bir ipnelik bekliyorsun; hep birşey çıkacak da mutluluğum bozulacak diye korkuyorsun değil mi?

 Soluksuz mesajlaşmaların; atmadığın taklanın kalmamış olması, tavlayana kadar götün çıktıktan sonra bir anda durgunlaşman; ama sonra bir daha önceki yalnızlığını hatırlaman ve bir daha dört elle sarılman...

 Bunların hiçbirisi karşında duran senden tek farkı cinsiyeti olan varlığın ulaşılmaz olması ya da sonsuz mutluluk kaynağı olmasından dolayı mı?

 Hayır.

 Öncelikle; herşeyden önce korkmayı bırakıp bir gün öleceğini kabullenmelisin. Pardon bu başka filmdi ya.

 Öncelikle; kendi yalnızlığında boğulmamak için çırpınırken bulduklarını da bataklığına çekmeye çalışırsın ki belki seni kurtarırlar ümidi hep vardır. Fakat Hakan Günday'ın da dediği gibi;
 'Oysa hiçbir kadın dünyaya bir piçi kurtarmak için gelmemiştir.'

 Ve gelmeyecektir de. Sen sadece karşında sana ilgi ve şefkat gösteren; tek çekiciliği bir çift memesi olan bir varlığa iltifat etmek zorundasındır. Egosunu şişirip, ona başkalarının hissetmediklerini hissettirmek için. Çünkü bu seni onun için vazgeçilmez kılacaktır. 'Bir adam olur kalabalıkta, bir adam, hepsinden farklı.' O adamlar hep olur. Çünkü o adamların yalnızlıkları kalabalıkların içindedir. Ve yalnızlıklarına ortak olursan seninle müzikleri ve ellerini paylaşabilir.

 Hayatının bir kısmını hiç olarak yaşamış insanlar vardır etrafınızda. Asla doldurulamayacak kadar büyük boşluklara sahip adamlar. Bataklıklarından bahsetmiyorum bile. Hayal bile edemeyeceğiniz şizoidler; sosyopatlar ve yalnızlar.. Şehir tıpkı bir çöplük gibidir.

 Hayatlarımız birer bok çukurundan ibaret. Bir amacımız yok; geleceğe dair kesin hiçbirşeyimiz yok, bir hayalimiz bile yok. Kırıkları ile dolu göt kadar odada yaşarken yeni hayaller kurmanın bir manası yoktu çünkü..

 Müzikleri vardır yalnız adamın. Herkesin bildiği belki de; ama ona ne anlam ifade ettiğini sadece onun bildiği. Başkasının ağzından duyduğu zaman nefret ettiği. Onun için sadece Axl söylesindir, Slash çalsındır. Sen duyma; sen söyleme, sen eşlik etme. Sen hissetme o melodileri içinde. O adamın belki de gözyaşlarına eşlik etti dün gece 'Smoke on the water' şarkısı. Ama sen sevgilinle içerken açıp gülüp eğleniyorsundur ya; o adama saygısızlıktır yaptığın o adama göre.

 Sabah kalkıp aynaya bakınca birşey göremeden sigara yakan adamlar biliyorum. Amaçsız, geleceği olmayan, taşlaşmış bir geçmiş ve zihnin arka köşelerinde kalmış anılar.. Hiçbir kadın denemedi mi hayatlarını değiştirmeyi? Emin olun denediler.
 Ama bu adamın sigarası kadar özel olamadılar hiç. Kahve kupası kadar değerli değildiler. Yaşayan bir şeyi sevme hakkı olsa da gidip amip beslerdi bu adam evinde. Ama ona yaşayan yaşamayan hiçbir şeyi sevme hakkı vermediler. Sadece hayat denilen yollarında birkaç durak işgal eden kadınlar.

 O adamlara düşen sadece o kadınları sikmekti. Üzgünüm ama acı gerçek buydu. Şizoid de o adamdı, sosyopat da, yalnız da... Ama çevresinden sorsanız ''cool'' adam da odur, mühendislik gibi kız nüfusu olmayan bir fakültede sevgilisi olan da... Muhabbeti on numara olan da odur, hayatı çözmüş olan da...

 Ama bir bakarsın ki; senin karşında bembeyaz dalgalar köpürürken; o adam için deniz hiç olmamıştır.

 Bazılarının yalnızlıkları vardır; yetmez dünya üzerindeki 7 milyar bedenin ve ruhun varlığı. Kalabalıkta çekerler yalnızlıklarını. Ve ördükleri duvarlardan asla içlerini göstermezler. Belki gösterdikleri adamlar olmuştur yalnız kadınların; çok uzaktadırlar şimdilerde. Ya da kadınlar olmuştur bu adamların duvarlarının içini gören; çok çok derinlere gömülmüş bir yerde, asla çıkamayacakları, ''yalnız adam'ın'' kalbinde. Kaybedecek hiçbirşeyleri olmayan adamlar kazanırlar büyük savaşları. Bunun için bu adamlar gömer en derine kadınlarını... Ve sizi sadece sikerler. Üzgünüm ama durum böyle... Ve bu adamlar asla birilerinin derinlerine gömülmeyi kabul etmezler.

 Çünkü 'hayat' dedikleri birşey vardır dışarıdakilerin; yudum yudum içilmeyi gerektiren; ama 'hiç'ten başka birşey anlam ifade etmeyecek olan.





Mektupları Şişedeyken; Bir De Bakmış Deniz Yokmuş

Bu şarkının da hikayesi şuydu
Önce şarkı

Göl kenarında oturuyorduk
Daha önce hiç sigara içmemişti
Biliyordum, anlatmıştı da
Denememişti bile
17 yaşındaydı
Hani Teo'nun dediği gibi
Çok beyazdı; kir tutardı
Ama erken baslamıs üniversiteye
Sınıfın da en kücüğü
Yanımda oturuyordu
Göl okulun yanındaydı
Karsımızda okul, ışıklandırması
Panayır misali
Ama biz uzağız o canlılığa
İçimizde sadece kırık hayaller taşıyoruz
Boşveriyorduk beni
Mühim değildim
Ama bir terslik vardı
Trafikte akmayan şerit
Hep benim olmuştu
Ben hala boşveriyordum beni
Çünkü filmin sonuna doğru
Yaşlı adam ölür
Küçük kız kurtulurdu
Bir banktaydık
Sokak lambası uzakta
Ama ay ışığı parlatıyor yüzlerimizi
Şarkı dinliyoruz
Kıro misali telefondan aça aça
Kulaklıkların romantizmi
Soğuk gelmiştir hep zaten bana
Önce fahişe çaldı
Kısa bir hikaye anlattı bana
Kalbinden dökülen kırıkların sesi
Taa benim kalbimde yankılandı
Sonra ben konuştum
Dinledi de dinledi
Kırıklar azalıyordu
Döküldükçe boşalıyordu
Doldurmaya mecalim yoktu o an
Gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı
O boşlukları gözyaşı ile doldurdu
Ben konustuğum zaman hep ağlardı
Onun için sevmezdim
Aşktan ayrılıktan acıdan bahsetmeyi
Yarası vardı
Yanımda mutlu olsun isterdim
Benim onun yanında olduğum gibi
Geçmişi silemeyecekti ama
Gelecek için güzel bir geçmiş bırakabilmek
Bugünlerin göreviydi
Bugün de benim görevim
Siktir et hepsini dedim yak bir sigara
Daha önce hiç içmediğini biliyordum
İçmek de istemezdi ya
Neden verdim bilemem
Karşı gelmedi
Yaşlı gözleriyle aldı
Silmeye mecalim yok gözlerini
Silemem de zaten kıyamıyorum ya dokunmaya
Gözleri sadece gözlerime dokunsun diye
Parmaklarımı götürmedim hiç
2 damla birden düştü sigaranın üstüne
Aldı, yaktım
İlk nefesini çekti
Öksüreceğini biliyordum
Öksürdü
Kesildi öksürükleri üçüncü nefeste
Sadece yanan tütünün çıtırtıları
İyi bilirdim o sesi
Yalnızlığımın belgesi
Hayat zordur be meleğim dedim
Kısa bir hikaye de ben anlattım
Moral düzeltecek, kafa dağıtacak cinsten
Gülmeye başladı bu sefer
Gözündeki yaşlara rağmen
Gülebilen kadınlar her zaman
Dünyanın en çekici, en tatlı yaratıklarıdır.
Sonra bu geldi listeden
Tam da yeri; nereden çıktıysa

Beraber söylemeye başladık
''Kısacık kestirip saçlarını içtin ilk sigaranı''
Dedik
Benimle sen kal dedi
Işıklar kapanınca
Sustum
Onunla kalacaktım
Ama ondan çok uzakta
Işıklar her kapandığında
Söylemedim
Sadece şu anda eylem gerekliydi
Çevrede kimse yok
Kasım ayının ortası
Ayağa kalkıp o soğukta
Sessizce, sadece
Gözlerimizin içine bakarak
Sokak lambasının ışığında
Dans ettik
Sonra
Sonrası yok
Yaşlı adam ölmedi ama
Sanırım küçük kız kurtuldu.

Günlükten Kopan Sayfalar - lll

 5 dakikalık bir şarkının 3 dakikası boyunca ''özledim de özledim'' demekten ya da ''ayy ayy'' diye ağlamaktan başka bir halt yapmayan adamlara sanatçı diyorlar yurdumda.

 Sonbaharı seviyorum. En bohem olduğum mevsim. Tam bir buhran; tam bir iç karmaşa. Ve ben bazen bazı insanlara hüznümden tattırabiliyorum bu zamanlarda. Kabuğumdan çıkmayı beceremediğim, daha da fazla saklandığım, arkasına saklandığım duvarları her sene daha da sağlamlaştırdığım mevsim.

 Bende sıkıldım yalanlardan; kalabalıkta sesimizi duyurmaya çalışmalarımızdan; kendimizi olmadığımız birileri gibi anlatmamızdan; önyargılarımızdan; iskambil fallarından; rüzgar güllerinden, mavi kuşlardan.

 Ve sen.. Müzik dinlerken hani bazen sözleri ya da melodisi dokunup acıtmaya başlayınca gözlerim dolmasın diye yukarı bakmaya çalıştığım her anda gölgesi tavanda dans eden melek... Yalnızlığımın kahramanı, hayali sırdaşım. Günlüğümün fikir ortağı, dert küpü, teması. Şarkılarımın sahibi, göz yaşlarımın tek sığınağı..

 Arka bahçemizde bir ağaç var. Ne ağacı olduğunu bilmiyorum tam olarak. Dikildiği zamanlar çok küçüktüm. şimdi bizim balkona giriyor işte dalları. Sigaralarımı içerisine doğru fırlatıyorum etraftakiler göremeden. Çok yakınız. Bayağı. Rüzgar estiğinde eğilip yüzümü okşadığı bile oluyor.

 Benim nefes almayan birşeyi bile sevmeye iznim yok. Fazla görüyorlar insanlar bana mutlu olmayı, üzmek için kol geziyorlar bedenleri bedenimin; egolarıysa ruhumun etrafında; sinirimi hoplatıyorlar.

 Çamlıkta kimin kiminle seviştiğini merak etmiyorum artık. Benim için önemli olan benim kiminle sevişemediğim. Yanımda kimin olmadığı, olmasını istediğim fakat başaramadıklarım.

 En sevdiğim şarkının 29 saniyelik solo kısmından iğreniyorum. Geri kalanıysa hala ruhumu dinlendiriyor, alıp götürüyor.

 Eski sevgililerimden birine 'orospu' dediğimde beni yanlış anlamıştı. Hala üzülürüm kendimi ifade edemediğime. Açıklamanın lüzumu yok; yanlış anlamaya devam etsin çünkü sanırım hala orospu.

 Dünyadan vazgeçmeyi düşünmedim hiç. İntiharı her düşündüğümde ''Günah olmasa kesin öldürürdüm kendimi'' demedim asla. Hep hayata daha da bir bağlandım, aldığım nefesin farkına vardım, kendime geldim. İntiharı düşündükçe insanların ne kadar anlamsız ve bu dünyanın sensizken ne kadar değersiz olduğunu fark ediyorsun. Bu dünya üzerinde sen var olduğun için değerli zaten. Hani üzerinde 7 milyar insan taşıdığı için değil çünkü hiçbir insanın sen öldükten sonra değeri kalmayacak.

 Beni hayata bağlayan neydi bilmiyorum. Aşk değil, sevgi falan da değil. İyi şeyler değil kesinlikle. Belki umut. Bir gün yeniden mutlu olacağıma dair olanlardan. Belki de kin. Bir gün hatalarından arınmaları için karşıma çıkacak olanlardan. Bilmiyorum ama birşey beni kesinlikle hayata bağlıyor. Ve bu şey asla ve asla hiçbir kadınla ilgili olmadı bu zamana kadar.

 Göz çukurlarım ağrıyor bazen. Çenem, şakaklarım. Yüzüstü yatıp kendimi sıkmaktan. Sinirlerime hakim olmayı öğreneli seneler oldu. Pardon; sinirlerimi içime atmayı demeliydim. Kontrol asla sizin sonradan öğrenebileceğiniz birşey olmayacak.

 Bukowski'nin içki yavşaklığından hoşlanmıyorum. Ergen kız tavlamaya çalışan, facebook'a twitter'a içtiklerinin şişelerinin fotoğraflarını yükleyenlerden farkı yok. Bu kadar fazla bağrılmaz ki ayyaşım diye. Biz de içiyoruz ama ağzımızla içiyoruz arkadaşım. Bir de kendini yararsız hissetmek istiyorsan içki içme; sigortalı bir işe gir Türkiye'de bakalım ne oluyor diyorum sayın Henry Chinaski'ye.

 Hayatın sadece sigara, kahve ve müzik üçlüsünden ibaret olmadığını söylesin biri tumblr ergenlerine lütfen. İkna ederseniz bana da uğrayın çünkü bende inanıyorum.

 Bütün dünyadan bana düşen şu göt kadar oda ve ben ona bile hükmedemiyorum. Çingene eşeğini bağlamaz o derece dağınık yani.

 Saçlarımı rüzgarın karıştıracağı, savuracağı, elimden tutan olmadığı için deri ceketimin cebine sokup hızlı hızlı sokaklarda yürüyeceğim bir mevsimi özledim. Şemsiye kullanmaktan nefret ettiğim için her gününde ıslanacağım bir mevsimde aşık olmak istiyorum.

 Birileriyle beraber ıslanmak istiyorum artık. Tek başıma yeter bu kadar sevgi, umut ve hayal. Paylaşmak istiyorum artık başkasıyla. Tanımadıklarımla, ama samimiyetine inandıklarımla.

 Bir parça yeter mi koparıp versem yüreğimden? Senden önce zaten fazlasıyla parçaladılar da...

 Ve siktirip gitmek istiyorum artık önyargılarınızdan uzağa. Bir parça gülümsemeye bile maddi değer biçilen yerlerden uzaklaşmak istiyorum. Özgürlükten değil; mutluluktan bahsediyorum ben burada.

 Rüzgarın akışına kapılmak değil mesele. Gideceğin yere kadar akışına bırakmak. Kapılırsan sürüklenirsin. Gideceğin yere kadar kendini rüzgara bırak; gidince tamamlarsın yolculuğunu sadece bir teşekkür ile.

 Saçmalıklarıma katlanabilecek insanı bulduğumda nikahıma alabilirim. Belki çocuk bile yaparız. Ondan ve benden oluşan bir canlı. İlginç oluyorlar. Ufacık falan. Altına işiyor, oyun istiyor, gece uyumuyor. Ama seviliyor. Gerçekten ilginç.

 Sevişmek denen olayın çırılçıplakken bile bazen gözlere bakmaktan ve öylece gözgöze durmaktan öte gitmemek olduğunu öğrendim. Mühim olan ruhunu doyurmaktı, yoksa bedenini ekstra bi 100 dolar bahşişe doyurabilecek hatunlar var piyasada.

 Hani ''Bazı şeyler vardır; mezara kadar saklanır.'' lafına kızardım da mezara mı götüreceksiniz derdim ya.. Haklıymışsınız. Hiçbir insan hiçbirşeyi anlatmaya değmez aslında. Çünkü başka birisini umursamak büyük bir yük ve günümüzde insanların bunu kaldırabileceklerini düşünmüyorum. Saklayın ne varsa; mezarda artık taşa toprağa anlatırsınız ne diyeyim.

 Kırılıyorum her seferinde. Umursamamak, piç adam olmak, kendimi ortamlara atmak gibi düşünceler aklımın ucundan bile geçmiyor. Bir cinsin yaptığını tüm hemcinslerine addetmek bence yanlış. Ama bazıları özel oluyor ya hani; kızdıklarında sıcaklıkları daha çok yakıyor; tanımadan önce umursamadığımız için çuvaldızları küçük gelip sonradan umursamaya başladığımızda iğneleri daha da bir batıyor.

 Ve son söz sana su perisi; baştan itibaren yanlış anlayabileceğim şeyleri sakın bana kendince doğru şekilde açıklamaya çalışma. Bırak, unut, kapat konuyu gitsin. Daha konuşacak çok konu, sarılacak çok meselemiz var.

 Kadınların babalarına ihtiyaçları var. Sadece babalarına. Onlar için baba=güven demek. Benim görevim; kendimi can yeleği gibi hissettirmek oldu sadece. Denize düştüklerinde ilk imdat çağrılarına ben gidecektim fakat denize düşenlerin yaptığı gibi malesef hepsi yılana sarılacaktı.




Şarkılarla aram iyi değil bu aralar. Sadece bunu dinliyorum geceleri. Yetiyor.
 



 Neşemi çalmışlar, ihtiyacı olan birisine gitse bari, yolunu bulsa, mutlu yaşasa.. 

Buhran

 Ne yazıktır ki hayal edipte yapamadığımız şeyler, olamadığımız kişiler, gidemediğimiz yerlerle dolu anılarımız. O kadar kişiselleşmiş ki sevgilerimiz; aynalar olmadan kendimizi birer hiç yerine koyabiliyoruz. Ve aşk denen her bünyede benzer reaksiyonlar gösteren ve bünyeye göre hastalıklaşan birşey hayatın odağı oldu. Sevginin daha önce gelmesi gerektiğini hiç göremedik; aşk hep daha cesur oldu. Dışarıdan oldukça gülünç gelebilen şeyleri aşkın arkasına saklanarak yapmak gayet makul gelebildi.

 Bir insanın fotoğrafına bakıp ona saatlerce şarkılar söylemek, ekrandan birisinin yüzüne bakıp okşamak, mesajla gönderdiği öpücüğe dakikalarca bakmak, saçmalamak, kendinden uzaklaşmak, kendini tanıyamamak, her gece birinin hayali ile uyuyup onun hayali ile uyanmak gibi şeyler normalmiş gibi karşılanmaya başladı. Bir mitomana yıllarını verip sonra da 'yaşanmışlığımız var hiç pişman değilim' diyen insanlara normal gözüyle bakmaya bile başladık. Eş zamanlı binlerce bilgiyi işleyebilen bir makineye sahip olduğumuz halde hala duygularımıza söz geçirememizin mutluluğa işaret olduğuna kendimizi inandırır olduk.

 Bir insanın gelip bokun içine battığınız bir anda sizi çıkarıp temizleyeceğini umdunuz. O bokun içinde yüzen başka birisiyle elele tutuşup sadece çevreden habersizleştiğinizin farkına hiç varamadınız. Sorumlulukların arttığını, insanların gözünüzde değersizleştiğini kavrayamadınız.

 Ve gün geldi duyarsızlaştık. Tek derdimiz kıçımızdaki kot pantolon, cebimizdeki telefon, karşı sınıftaki selinsu'nun saç modeli ya da kantinde rastladığın berkecan'ın arabası oldu. Sahip olduklarımızın aslında bize bile ait olmadığının farkına varamadan insanları küçük görmeye başlar olduk. Babasının parasıyla yaşayan insanlara özenip daha fazlasını ister, sorgular hale geldik. Ve daha kendi gelirimizi elde etmeden bir şeyler yapabilmişiz, elde edebilmişiz gibi davranmaya başladık.

 Hayal kurmayı bıraktık. Biraz daha büyüdük, realist oluyorum ben havasına girip acı çekmeyi meşrulaştırmaya, duygu masturbasyonu yapmaya başladık. Karşımızdaki insanı kalıplara sokar hale gelip kendimizi kalıplara sığdıramadık. Muhtaç olduklarımızın himayesinden kurtulamadan özgür ruhlu genç taklidi yaptık, yorulduğumuzda isyan ettiğimizi sanıp kendimizi tatmin ettik. Kimsenin umurunda olmayan triplere girip mutlu olduğumuza kendimizi inandırdık.

 Bizler büyük sıkıntılar çekmedik. Açlığın, sefaletin ve yoksulluğun ne olduğunu görmedik. Sokakta bir düşkün gördüğümüzde ona yardım etmektense kafamızı çevirmeyi tercih ettik. Bu o kadar normal hale geldi ki artık yardım edenlere bile farklı gözle bakar olduk. Öylesine çürümüş ve kokuşmuş bir sistemin parçası haline geldik ki artık kafasını çıkaranları da aşağı çekmeye başladık. En ufak gerginlik yaratan, düzene baş kaldırmak isteyeni uçurumdan aşağı attık, mağaralara kapattık. Günümüzün uyuşturucusu haline gelmiş olan seks, müzik ve paraya tapar olduk.

 Aşk güzel fakat saf ve temiz olduğu sürece. İçinde sevgi barındırdığı sürece. Tarih boyunca süregelmiş aşk hikayeleri dinledim. Hiçbirisinde karşılık bekleyen, içinde ego barındıran bir birey yoktu. Günümüz ''aşkları'' ise tamamen karşılık bekler bir duruma gelmiş. Öncelikle güven arar olmuşuz fakat yalan üzerine yalan söylemekten asla çekinmemişiz. Karşımızdaki insanı kaybetme korkumuz o insana değer verdiğimiz ya da sevdiğimizden değil; yalnız kalmaktan çekinmemizden dolayı olmuş. Ve her seferinde gözlerinin içine bakıp seni çok sevdiğini söyleyen birisinin başka birisini bulduğunda çekip gitmesine göz yumar olmuşuz. Aşk dediğin birisini tanrı yerine koyup zihninde onu yüceltmek gibi algılansa da aslında sadece üç şeyden oluşan basit bir duygu masturbasyonudur. Sevgi, güven ve sadakat. İçine saygı da girdiği zaman evlilik için mükemmel bir ilişkiye çevrilmiş olacaktır. Şunu sakın unutmayın; kendisine saygısı olmayan bir insan asla karşısındaki insana saygı gösteremez, sevemez ve güven veremez. Çünkü kendisine güveni yoktur.

 Sadece kadın-erkek ilişkileri değil tabiki dostluklar da alış-veriş ve birbirlerini satma üzerine kurulur olmuş. 'Kardeşim' lafı aslında çok kutsal bir değere işaret ederken daha yeni tanıştığın bir adamın sana ihtiyacı olması ile çok basit bir şeymiş gibi gevelenir hale gelmiş.


 Ve daha birçok şey.. İnsanları düzeltemeyiz dostum. Sadece biraz daha 'boş verebilme' güdüsüne ya da yeteneğine sahip olursan mutlu olursun bu hayatta.



Hoşçakalın.

Saçmalamaca vol bilmemkaç.


 Baştan uyarıyorum. Eğer beni okumayı düşünüyorsan şunları da göz önünde bulundurmalısın.
Dışarıda bir hayat var. Televizyonda vaktini harcayabileceğin yüzlerce kanal var. Okuyabileceğin milyonlarca kitap, dergi, gazete vs var. Gidip laklak edebileceğin yüzlerce insan var. Eğer tanışmıyorsak bunları göz önünde bulundurmalısın.

 Ama eğer tanışıyorsak; ya bu blogun sıkı bir takipçisisindir ya da eskilerden birisindir. Tarzımı vs. bildiğin için sana hiçbir tavsiyem yok. Beni tanıdığın için de dünyanın en şanslı insanı sayabilirsin kendini.
Bu sefer farklı birşey yaptım. Günlüğüme haftalar önce yazdığım bir yazıdan alıntılar yaparak ilerleyeceğim. Bakalım sonunda acaba ne olacak?

....

Sinnerman

Nina Simone'in o müthiş şarkısını başlık olarak atmayı uygun gördüm. Şarkı eşliğinde okumak isteyenler için;




''Günahkar; nereye koşarsın?
Nereye gitmek istersin?
Sen tüm gün?
..
.
.
Koskoca tanrı dedi ki; koş şeytana;
Dedi ki; tüm gün git şeytana...''
....



İrademden bağımsız nefsimin çizdiği rotadan hedefine doğru koşarken dışarıdan alamadığım uyarılar sonucu bilmeden günaha koşmuşum. Ve tanrı beni boş zamanlarımda yakaladı. Yeterince derdimin olmadığını düşünmüş olmalı ki bana bir de yalnızlığı bahşetti. İşsizliğime yakınmama cevaben 'Al sen bunla oyalan' demiş olmalı. Ve ben dönemsel dengesizliklerim sonucu dışarıdan denge özürlü bir birey olarak algılanıyorum.

Heh zaten bu zamana kadar sıkılan siktirip gitmiştir çoktan. Gel biraz samimiyete dökelim yazıyı.

 Pucca denen bir şahıs var. Gerçi bu blog'dan da yeni nesil yazarlara çok sallar oldum ama bunu da yapmadan geçemeyeceğim. Kezbanın teki. Hatta kezbanın bayrak sallayanı da diyebiliriz. Kanıtlarla mı konuşmak gerekiyor illa? Buradan görebilirsiniz. Açıklama yapma gereği duymuyorum. Kızların da mastürbasyon yaparken fantezi kurduğunu biliyoruz.

(dur burada filmi bi keselim. sen kimsin ki pucca'mızı eleştiriyosun yeaa diyecek tumbılır kızları çıkacaktır elbet. ya da bizzat pucca beni dava edebilir ki eğer dava etmeden önce haber verirse de sevinirim. gerçi twitter'da benden 300bin daha fazla takipçiye sahip birisi böyle şeylerle uğraşmaz değilmi canım? sen git bizim Türk kızlarına sevişmenin bir hak olduğunu, özgür birşeyler olduğunu falan öğret. doğru yoldasın bak ona laf etmem. sizin gibileri bunlara yol gösterdikçe daha pişman, daha istekli ve daha hareketli bireyler oluyor kızlarımız. çünkü her aşk bir öncekinin intikamıdır gözüyle baktığınız ilişkileri öylece empoze ediyorsunuz ki genç dimağlara (dimağ; anlamını tam bilmediğim fakat kullanmaya can attığım bir kelimeydi. küfürse hakaret davasına eklersin.) 14 yaşında facebook duvarlarından 'erkeklere güven olmuyor yeaa' dedirtiyorsunuz. bayram şekerlerini çaldık sanki ak. 14 yaşında bunu yazan kız üniversiteye geçince de ortalığın amına koyuyor haliyle. hele iş hayatına atılıp da cebi 5 kuruş para görünce özgür kızlar kesiliyorlar başımıza. yolunun doğruluğu ya da yanlışlığını eleştirmek bana düşmez. herkes bildiği işi yapsın. kitap yaz, ergenlerin beğenisini kazan.)

Pucca ilginç bir kız harbiden. Twitter'da takip ediyorum; kitabını okudum, ekşi'deki yorumlarını gözden geçirdim. Onun gibi olmak isteyen kızlarımıza tavsiyeler de verebilirim aslında. İlk tavsiyem; blog açıp nasıl yiyiştiğinizi anlatın. İkinci tavsiyem; kitap yazıp nasıl yiyiştiğinizi anlatın. Beyaz bir köpek edinin her çaresiz müzmin bekar gibi. Gidin ondan sonra abazalığınızı diğer kezbanlarla twitterda falan paylaşın işte.

Aslına bakarsanız reverse engineer'in dediği gibi  Nihat Doğan'ın sanatçı, Rasim Ozan Kütahyalı'nın gazeteci, Recep Akdağ'ın bakan, Sabri Sarıoğlu'nun lisanslı profesyonel futbolcu olduğu ülkede Pucca yazar olmuş; hiç yadırgamam.

 Sonuna kadar saçmalık, orta okul edebiyatı. Yaşanmışlıkların sınırlarında volta atan bir hayal gücü. Kısacası; acınası. Kadınlar edebiyat yapamıyor harbidende. Oysa öylesine dolular ki; bazılarının canına öyle okunmuş, nasıl dertlerle dolular. Ve hala dimdik yürüyebiliyorlar kalabalıkta.

 Her neyse madem yazıda Pucca'ya sardık öyle bitirelim. En son Pucca'ya atılan resimlere bakmıştım. Şimdi yeni modadır zaten okurlar eserlerle deniz kenarında, oje renkleri ve bacakları belli olacak şekilde çekilen resimlerini eser sahiplerini etiketler vs birşeyler yapar, eser sahipleri rt ya da albüm sureti ile bunları paylaşır. İşte Pucca'ya yollanan fotoğraflara baktım da babasının parasıyla tatile gitmiş am beyinli kızlarımızla sik kafalı oğlanlarımız Bodrum, Marmaris, Antalya gibi yerlerde ellerinde kokteyl kadehleri ile bütün gün yarrak yemiş fok balığı gibi birşeyler okuyormuş meğerse. E bu rusları kim sikiyor oğlum? Tabi ki de angutyus reyizin de dediği gibi; 

kasma annem, kasma. bilgi, birikim, ağdalı laflar, şiirler ile mala vurulsaydı, tarihde ki, tüm filozoflar, sabah akşam am yalardı. alayı abazan gitmiş. kafa sikme. kafasını sikme kardesim, hatun kişinin. kalın kitaplardan topladığın, üç beş kelime ile kendi doğrularını dayatmak için kasma. relax ol, esnek ol, taşşağa vur. ben farklıyım yeee... diye dolanma ibiş gibi. bak etrafına, senin gibi bir sürü kültür mantarı dolaşıyor.



Kapatırken;






Bak sana aşkı tanımlayayım

 Önünde 3-4 tane şeftali var. Gözüne en güzel geleni eline alıp bir parça kesersin. Kestiğin ilk parça şeftalinin en güzel tarafıdır. Tadını mükemmel bir şekilde alırsın. O parça bitince başka bir tarafını çevirirsin ve bir parça daha kesersin. Onu da büyük bir hazla yersin. Fakat sona doğru yaklaştıkça şeftalinin güneş almamış, sert ve tatsız tarafı kalır. Önünde hala başka şeftaliler olmasına rağmen o kestiğin şeftaliyi yemek zorundasındır. Tatsız ve sert tarafını da yedikten sonra şeftali biter. O ilk görüşte gözüne oldukça güzel, tatlı ve sulu gelen şeftali bitmiştir fakat ağzında sert ve tatsız tarafın etkisi kalır. Sıra diğer şeftalilere geldiğinde ise aklına hep o tatsız ve sert kısım gelecektir.

Haziranda Ölmek Zor

 Aslında sadece haziran'a da mahsus değil ya.. Ölmek zor. Ölümün kendisi de değil, arkasında bıraktığı acıyı yaşamak zor.

 7 yıl olmuş be.. Lisedeyim o zamanlar. Hatırlıyorum; Trabzonlu bir arkadaşım vardı. Bir sabah aradı ve acı haberi verdi. Son buydu. O temiz, saf, hırçın şair ceketli çocuk artık yeni şarkılar yapamayacaktı. Dünyanın yeşil bahçelerinde koşup dans edemeyecekti artık.

 Filmi burada kesiyorum. Gelin size bir anımı anlatayım.


------

 Köydeyiz; sene kaç hatırlamıyorum. Ama orta okuldaydım onu biliyorum. Eski bir radyomuz var. Bende yeni yeni yazıp çizmeye başlamışım ki o zamanlar daha şiirden başka birşey yazmıyorum. Evde yalnızım herkes ya fındıkta ya da kirazda. Her taraf yemyeşil ya; şehir çocuğu dışarı çıkamıyor. Aslında daha farkında değil gerçek ilhamın doğada olduğunun. Yapay duygularla dolmuş; şiir yazıyorum diye karalayıp duruyor boş sayfaları.


 Daha önce bir yazımda daha bahsetmiştim; yaylamızda elektrik yok diye, köyde var fakat televizyon tek kanallı. Karıncalı Trt izlemektense radyoyu tercih ediyorum genelde. Elimde not defterim; ilham bekliyorum. Dedim radyoyu biraz karıştırayım. Eski de bir makine; hani evin başköşesine konur da bayramdan bayrama tozu alınır ya; o tarz birşey.

 Açtım karıştırıyorum. Arada da hep yaptığım gibi güzel şarkı sözlerinden birkaç satır aktarıyorum defterime. Öğle saatleri, açık camdan içeriye evin yanındaki kiraz ağacının kokusu geliyor. Tam bu esnada kanalları geziyorum; yerel frekanslardan birinde durdum.

 Ses tanıdık gibi, müzik zaten bizden birisi. Hani Karadeniz'de herhangi bir ile giderken Bolu Dağı'nı geçince birden arabada çalan müzik de değişir ya. İşte bu da o değiştikten sonra çalanlar gibi. Tulum sesi geliyor ufaktan, tatlı bir ritim var arkasında. 'Narino' yu yakaladım içinde sadece. Şarkının da ortasında rast geldim ya; tadına doyamadan bitti. Hani radyoda kanal ararsın ararsın da tam çok güzel bir şarkı yakaladığında birkaç saniye sonra o şarkı biter öyle kalakalırsın ya, aynen o durumdaydım. Kanalı bir köşeye not ettim; hep arayıp arayıp durdum günlerce o şarkıyı.. Bulduğumda yüzümde kocaman bir gülümseme ile kafamı duvara yaslayıp dinlediğimi hatırlıyorum.

 Tatil bitip İstanbul'a geri döndüğümde ilk işimdi o adamı aramak.. Adını hala bilmiyordum ki interneti falan kullanayım. Günlerce müzik kanallarının takibi sonrasında bir kanalda rastladım bir klibine.. Ve tanıştık şair ceketli çocuk ile o zaman. Kazım Koyuncu diyordu televizyon kanalı; uzun saçlı, sakallı, küpeli hırçın bir delikanlıydı...

Hep ilk duyduğum şarkısı var kulaklarımda..


----


 Seneler boyunca dinledim şarkılarını, her duyguma ayrı bir şarkısı vardı. Gülbeyaz isimli diziyi sırf onun şarkıları çıkacak diye izledim.


 Sonradan başka şarkıcılar keşfettim; tanıştığım insanlara şarkılar hediye ederken onlarınkileri kullandım. Kazım Koyuncu bana özel olmalıydı; bana kalmalıydı...

 Karadeniz'i sayende sevdim ben. Seviyordum aslına bakarsan, senin sayende aşık oldum diyelim. Her sene yazın köyüme giderken senin şarkılarını dinlerim sadece. Seni sadece ölüm yıl dönümünde hatırlayanlar var. Popüler olmak amacıyla ölüm yıl dönümünde seni hayatında hiç dinlememiş; hiç anlamamış olanlar şarkılarını paylaşıyorlar ya; hepsini öldürmek istiyorum. Bu moronlar değil miydi 10 Kasım'dan 10 Kasım'a Atatürkçü, kandilden kandile müslüman olanlar? Hepsinin canı cehenneme diyorum. Kafalarına delik açma isteğim gidiyor birden çünkü sen geliyorsun aklıma; kötülüğünü isteyecek insanlar da olmalı etrafında diyorsun. Seni ne kadar kızdırmış olsalar da; dokunma onlara diyorsun. Haklısın Kazım ağabey haklısın. Sen benim için her zaman en doğru yolu göstereceklerden birisi oldun.

 Sadece şarkı söyleyip dans etmedin bu dünyada. Birşeylerin yanında durdun; söylediklerinin arkasında oldun. 
" Kazım, çocuk gibi doğmadı. Kazım, doğduğunda da adamdı. " diyerek söylenecek herşeyi söylemiş ya zaten baban... Artık ne söylesem boş. Zaten seni anlatmaya hiç bir kelime yetmeyecek; farkındayım. Ama insanlar anlamayacaklar, beni de sadece 25 haziranda tek bir şarkını paylaşıp hayatına devam edenlerden birisi olarak görecekler.. Ama değil işte. Öldüğü için arkasından ağladığım ilk ve tek, muhtemelen de son sanatçı sensin. Varlığın o kadar güzeldi ki; yokluğunda avuttu şarkıların, yüreğime her dokunduğunda senin bıraktığın fikirleri hiç örnek alamayan halkımızı düşünüyorum da; biz seni gerçekten hak etmedik ondan aldı Allah seni erkenden yanına. Güneşin sımsıcak olduğu bir günde gittin ya; ben hiç yazın üşümemiştim daha önceden; her yaz üşürüm bu sıcakta senden kalan hasretin ayazıyla, yüreğimde bıraktığın o boşlukla. Yeni şarkılar yazacaktın, yeni marşlar söyleyecektin Trabzonspor'a. Sensiz kaldı ya bu memleket, Karadeniz'imizin dağları karardı, kıyıları yok oldu be ağabey. Biz bakamadık senin uğruna savaştığın doğaya.. Özür diliyorum ağabey...
 7 sene oldu aramızdan ayrılalı. Ama her gün kalbimde; her gün sanki çıkacak bir yerden de beraber çalıp söyleyecek, beraber fotoğraf çektirecekmiş gibi oluyorum. Sanki yanımda yürüyor her yalnızlığımda.. Özlüyorum Kazım ağabey, ülkenin yetiştirdiği büyük adamlardan birisin sen. Bu dünyaya fazlaydın; Allah da seni yanına aldı... Huzur içinde yat.. Ruhun şad olsun..


Elbet bir gün görüşeceğiz.. Ve gururla diyebileceğim ki sana;

Senin gibi birisi daha gelmedi şair ceketli çocuk.