Sayfalar

Yaşamak.. Belki dolu dolu belki boş beleş..

Özür dilerim dostlarım; bu konuşmamın birkaç yerinde affedersiniz ama küfür edeceğim. Şimdiden özür dilerim.

Yaşamak zordur, yaşamak sıkıntılı ve acılıdır. Yaşamak bir yoldur..


Hadi ergen saçması tanımlamaları bir kenara bırakalım ve biraz can sıkalım.




Son birkaç yazımda ergen gibi tespitlere falan girdim farkındayım. Özür diliyorum. Yok lan ne dileyeceğim. Hepimiz ergeniz. I lav yu castiiiin <3.

İnsanlar ben mutsuzken çok mutlu gözüküyorlar. Nereden buluyorlar acaba bu kadar gülecek şeyi ben mutsuzken? Benim karamsarlıklarımla mı besleniyor bunların mutlulukları acaba?

Üçnoktabir'e kulak verdim geçenlerde. 'mutlu olmak için mutlu etmek yeter' demişler. Kime göre? Neye göre? Nasıl? Bunları merak ettiğim günlerdeyim işte.
Gerçekten de mutsuzum sanırım dostlarım. Bu Allah'ın unuttuğu dağ başında küçücük elleriyle ellerimden tutmaya çalışan meleğim hariç hiçbir mutluluk kaynağım yok zaten.

Hadi size biraz ondan bahsedeyim. Çok farklı. Gerçekten. Bilirsiniz; farklılıkları severim. Bazen beni çok şaşırtmayı başarıyor. Yüzümü güldürmeyi, içimi ısıtmayı. Bunları nasıl becerdiğini bilmiyorum ama gözlerine baktığımda kendi donuk yansımamı görmüyorum sadece. Bir ışıltı var gözlerinde. Bana baktığında parıldıyor. Orada tüm dünyayı, cenneti ve dışarıdan bakıldığında görünmeyen kanatlarını görüyorum. Kalbime konuyor güzel sözleri sanki küçücük kelebekler gibi, gözlerime her baktığında karnımda o karıncalanma hissi. Bu puslu ve sisli şehirde o da yalnız. Bu bahsettiğim yalnızlık 'insanlara ne kadar yakın olursan ol yine de yalnızsın' yalnızlığı değil. Bazen sevgilin de olsa ne kadar yakın olursan ol omzunda ağlayacak bir dosta ihtiyacın olur. İkimiz de aynı sıkıntıyı çekiyoruz. Ailelerimizi, arkadaşlarımızı, her sabah selam verdiğimiz sokakları bırakıp geldik buraya. Ve bulduk birbirimizi. Bulduktan sonra da sorgulamadım fazla. Gözümü kapatıp açtığımda sevmiştim çoktan. Baktım ki o da beni sevmiş. Ne yazıkki.

Ama hava can sıkar bu şehirde. Her sabah kalkarsın sevgilin mesaj atmışsa yüzün bir gülümser geçer öyle. Pencereden dışarıya baktığında Gotham şehrinin köy versiyonunu görürsün. Günün her saatinde karanlık ve kasvetlidir. Hele geceler.. İçinde mezarlık, soğuk ve karanlık bulunduran o iç karartıcı Tim Burton filmleri gibi. Bir sürgün sanki bu. Hele de benim gibi Kapalıçarşı görmüş birisi için. Dijital dünyada yaratılmış bir rpg oyunu sanki. Beni kontrol eden birisi var. Bu ben değilim dediğim oluyor fazlaca. Eskiden bunu yapmazdım. Ne yapardım bilmiyorum ama yapacağım şey bu olmazdı. Truman Show sendromu yaşıyorum sanırım. Bilmiyorum. Sadece geçiştiriyorum. Kendime bile söylemekten korktuğum gerçekleri halının altına süpürür gibi zihnimin bir köşesine itiyorum.

Canım sıkıldığında 'siktir et' diyorum sadece. Her düşüşün bir yükselişi vardır elbet. Yoksa da siktir et.

Bazen balıklarımı özlüyorum. Kaplumbağam ile dertleşmek istediğim oluyor. Duvara resmini çizdim. Bakıp bakıp gülümsüyorum sadece.

Alışkanlıklarımı bırakmaya çalışıyorum. Mutsuz olmak için kendimi zorlamıyorum mesela. Eskiden çok gülerdim. Sıkılmasam da mutsuz olmak nasıl bir duyguydu merak ederdim. Çok konuşurdum eskiden. Bende bunun faydasını görmeyip bırakanlardanım.

'Her hafta bir düş pazarı kurulur bu sokakta' diyor şanışer arada sırada kulağıma. Metal ve kablo yığını olan ruhsuz bir aletten gelen titreşimler insanları nasıl duygulandırmayı beceriyor anlamıyorum.

Anlamıyorum dostlarım; nasıl oluyor da bu kadar yara alıp yola aynı istekle devam edebiliyoruz.

Bilmiyorum yarınımı, ama demedim ki hiçbir zaman 'dünümü verin bana'. Elbet aldığın nefesi bir gün verirsin. Ve sonra yeniden yenisini alacaksın. Çok fazla mutsuz olsan da herşeyini kaybetmeden ne kadar dibe vurabilirsin ki?

Unuttun mu beni, bizi? diye sormayın artık bana. Hatırlamaya değer olanlar aklımda kalır sadece. Ben uzakta tutmaya çalışsam da.

Bir gün düştüğümde ellerimden tutup kaldıran kişinin ellerini hiç bırakmayacağım diye söz vermiştim ya hani;

 Senin vereceğin sözü sikeyim.

'Life is bigger. It's bigger than you. And you are not me.' diyerek öpüyorum gözlerinizden.




 

 Dinleyeceksen dinle dinlemeyeceksen siktir git felsefe yapma. 



Not: yazı başında küfür edeceğim diye uyarmıştım. Bazı zeki arkadaşlar yazıyı okutmak için Peyami Safa'nın taktiğini kullanıyor demiştir elbet. Hepsine selamlarımı iletiyorum.

Karanlıktan Korktum Bir Kere; Şimdi Gölgemle Uyuyorum

  Karanlıktı.. Yalnızdım..
Gerçekten karanlık. Yoksa hatırlardım.. Hiç birşey hatırlamıyorum.

Birden gözümü açtım. Açmadım aslında zorunda kaldım. Pezevengin biri küçücük popoma bir şaplak indirmişti. İlk tokadı orada yedim sanırım.
 Sonrası da karanlık gibi biraz aslında. Dayatmalar, zorluklar, yeni birşey öğrenme çabaları.. İki ayak üstünde durmak devrimdi benim için. Birşey için daha birine ihtiyaç duymayacaktım artık. Giderek bağımsızlaşıyordum.
 Ama sormadılar bana. Uzun bir yol bu demediler bana. Götüne şaplak atacağız demediler. Sıkıntı çekeceksin, üzüleceksin, güleceksin, sebepsiz yere sırıtacaksın demediler. Aşık olacak, özleyeceksin demediler. Hiç ipucum yoktu geldiğimde. Ne yapacağımı bilmeden savrulup durdum senelerce annemin elimden tutmasıyla sadece.
 Bazı şeyler öğrendim giderek. Kendim için yaşamam gerektiğini. Yaşamak için de kendim olmam gerektiğini. Arkadaşlıklar birer durak gibiydi, yolda rastlıyor ve hepsinden birşeyler öğreniyordum. Sonra gitme zamanı geliyordu. Bu yolda hep birlikte yürüyebilmeyi isterdim. Bazen gerçekten de eğlenceli olabiliyorum.
 Gecenin karanlığına bir sigara izmaritinin kırmızılığı ile savaş açtım bazen. Çektikçe dumanı beni zehirleyen; sonra da uçup giden.. Onlardan halkalar yaptım. Tamamen geride bir eser bırakma çabası. Kimisi de resim yapar.
  Hangi sabah uyanıp da bugün dünden farklı dedim hatırlamıyorum. Telefonuma baktığımda bana saat denilen zaman ölçme birimini gösterirdi. Yeni aydınlıklar görme umudu ile dün gece denize atmıştım aydınlığımı. Sonrasını toparlamak zor olacaktı biliyordum. Ama iyi şeyler asla ölmez ve umut iyi birşeydir. Yeni ışıklar için düştüm yollara. Kulağımda bir çağlayanın çağıldaması; burnumda o baharın tanıdık toprak ve taze kesilmiş çimen kokusu..
 Adamlar gördüm.. 'dibe battık' deyip de kadından kadına atlayan; motorla gezerek fotoğraflar çekip yemek yapan. Sonra aynı dünyada başka adamlar da gördüm. Bir lokma ekmeğini tanımadığı birisi ile paylaşıp beraber gülebilen.
 Doğaya tecavüz edercesine kendi götlerinin rahatı için çalışan gözünü kin bürümüş, burnunun ucunu değil de nerede yok edilecek doğallık var onu gören hırslı insanlar gördüm. Ses çıkarmıyordu kimse. Bende birşey diyemedim. Devam ettim yoluma.
 Barlarda bacak arasına girmek için türetilmiş sevgi cümleleri kadar kıymet görmüyormuş; bir insanın ruhuna ilişmeye can atan ahmak aşığın çığlıkları. Güzelliğim sana fazla diyebilen insanlar gördüm. Sanki güzelliği kendi emeğiymiş gibi konuşuyordu. Ve beğenmiyordu başkalarını; sanki onların suçlarıymışçasına. Ve diğer insanları gördüm; bu burnu büyük insancıkların tek gülüşüne tüm ruhunu ortaya dökebilen..
  Eksiksiz birşey gördüm diyemem bu hayata dair. Her gece ışığımı kapatmadan yattım. Karanlıktan değil, gölgemi bir sabah uyandığımda beni terketmiş bulacağımdan korktum.
 Boşluk doldursa da bazen içimi;
 Yaşamaya gerçekten heveslendiğim anlar oluyor.
 En başta karanlıktı demiştim ya hani;
 Bu sefer gölgem de olsa birileri yanımda.
 Ve karanlığı seviyorum artık.
 Daha mutluymuşum meğer orada..

Neden küfür ediyoruz?

Bu konu üzerinde bolca düşünme fırsatım oldu. Öncelikle küfür nedir?
Halk arasında ahlaksızlık, elit kesimde kötü ve ayıp söz olarak geçen kelime veya kelime gruplarına küfür denir. Küfür etme eylemine ise sövme adı verilir. Ama tek kelime söyleyip bırakmak değildir sövmek.
Asıl meselemize gelelim. Neden söveriz?
-Sinirimiz bozulur. Birşeye kızarız. Suçlu bulamayıp ortalığa söveriz.
-Kendimize kızar, kendimize söveriz.
-Maçta takımın dandik oyuncusu oyuna girer teknik direktöre söveriz.
-Takımın forveti gol kaçırır söveriz.
-Takım gol yer kaleciye söveriz.
-Hakem aleyhimize düdük çalar söveriz.
-Maçta çok söveriz.
-Son dalımızı en yakın arkadaşımız da istese söveriz.
-Moralimiz sıfıra iner. Sövecek yer ararız.
-...
..
Böyle uzar gider işte. Küfür kimine göre ahlak ölçütü kimine göre de noktalama işareti gibidir.
Rahatlatır. Garantisini de veriyorum.Küfür can sıkıntısına tepki olarak doğmuştur. Canınızı sıkan birşey varsa gidin sikin!.

Ara ara ara..

Malum üniversiteye 1 sene gecikmenin sonunda bu sene başlıyorum. Hatta başladım bile. İlk haftam geçti sayılır. Nasıl geçtiğini tahmin bile edemezsiniz. 2 ayrı yurt maceram oldu ki onlara sonra girelim şimdi saatlerce yazmak zorunda kalmayayım.
 Karabük Üniversitesinde okuduğum için Karabükte yaşamaya başlamam gayet normal sanırım. Burası beklediğim gibi bir yer çıktı tam da aslında. Yurtta beraber kaldığım arkadaşlar sağolsunlar hiç sıkılmıyorum. Okuldan gelip akşama kadar kitap okuyarak zaman öldürüyorum. Gezip tozacak yerleri de olmadığı için ya Pes 12 oynamaya çıkıyoruz ya da balkonda çekirdek çitleyip muhabbet ediyoruz. Beni bilenler bilir; 7/24 bilgisayarın başında oturan biriyimdir. İşte o iş burada olmuyor. Yurtta internet var fakat ben laptopumu getirme zahmetine katlanmadım. Biraz uzaklaşmak da hoşuma gitti açıkçası. Dizi izleyip sözlüklerde gerekli gereksiz her konuyu okumuyorum artık. Chuck Palahniuk'tan Gösteri Peygamberi'ni ve Mehmet Coşkundeniz'den Sen Git Aşk Bana Kalsın'ı baştan okumak zorunda kaldım. Spor yapmaya başladım. Muay Thai adı altında kız gibi dövüşmeyi öğretiyorlar burda. Saç saça girmediğimiz kaldı bir. Full kontaktan sonra pek bi sıkıcı gelmeye başladı.
 Yeniden inci sözlüğe sardık. Akşamları artık batak oynamaktan sıkılınca inci sözlüğü açıp varmı güzel adriana lima capsi diye kol geziyoruz. Grubun %85'i mühendis olunca anca böyle oluyor.
 Karabük ilginç bir yer. Hayat sadece demir-çelik-kömür-öğrenci s.kmek dörtlüsü üzerine kurulu buradaki halk için. Eskişehir gibi öğrenci şehri diyorlar ama bu kadarını ben hiçbir yerde görmemiştim. Tek eksikleri .. kalmış. Neyse ağzımı bozmayayım.
 Dersler sıkıcı.
 Havalar soğuk.. Ama aşık oldum. İçimi ısıtan birisi var. Çok tatlı.
 Bayramda semte dönücem elbet. Bekle beni Z.Burnu!.
 Bu aralar Eddie Vedder'a çok sardım. Sabah akşam Model ile beraber dinliyorum. Ama nedense her sabah kalktığımda dilime Duman'dan 'Helal olsun' takılmış oluyor. Kimin alarm sesiyse artık.
 Tanıdığım en büyük orospu çocuğu hala zaman.
 Canım sıkıldıkça bitki ve meyve çayı içiyorum. Bekçi dayıya falan sataşıyoruz.
 Arada halı saha maçı falan oluyor. Maksat sipor olsun, artık bizden geçti.
Bloga yazmaya başladım ufaktan. Birde bloga yazsam çok süper olacak. (kelime esprisi altını çiz.)
cCcincCc
ßß

Peki Sen Bana Neden Gülmedin Hayat?

dur.. artık çok geç zaten. filmlerdeki gibi bir sürpriz de beklemiyorum senden. hayatımın bir anda tam anlamıyla değişemeyeceğini düşünüyorum. sürprizlerden nefret ederim ayrıca. yapmayacak kadar da bencilsindir sen, az ipneliğini görmedim yani, biliyorum. çok şey istiyorum sanırım. doğumum en kötü seçimim oldu; mükemmel kararların adamı olma şansımı kaybetmiştim böylece. ağlayarak mı içime çektim ilk nefesimi hatırlamıyorum. -ama artık duman solumak hoşuma gidiyor-. her ağlayasım geldiğinde senin tam bir orospu çocuğu olduğunu düşünüyorum ne elde ettiysem sayende keyfini süremeden kaybettim. ilk kazancımı mahallenin piçleri dövüp elimden aldıklarında boğazıma oturan yumru da sendin, en çok sevdiğim insanın 'gidiyorum' demesine göz yuman da. sen gerçekten bir orospu çocuğuymuşsun. benden ne istemiştin bu kadar? ne kadar batmıştım ki sana da bunları bana reva görmüştün. ben seni tanımıyordum bile, taa ki iyice yüzünü gösterene kadar. önce bana bazı insanlarla aramızda sınırların olacağını öğrettin.onlar kadar zengin, onlar kadar mutlu, onlar kadar 'onlar' olamayacağımı öğrettin.beğenmediğim şeyleri hep gözüme soktun, geri çıkarınca da değerini anlayıp onları istedim; bu sefer de benden kaçırmaya başladın. toplumun dayatmalarına, isteklerine, gerekliliklerine boyun eğdirdin hep. istediklerimi yapmama bir an olsun izin vermedin. para istedim, mutluluktan biraz tattırdın. tam anlamıyla mutluluk istedim, parayla satın alınabilecek mutlulukları gösterdin. bu sırada ben hâla para istiyordum tabi. net konuşacağım, aforizmalarla boğmak istemiyorum artık seni. günümüzde bunu birçok ergen benim yerime yapıyor. onlardan ne aldıysan artık nerene sokacağını merak edenler var. neyse, bu onların sorunu. hiç seninle planlarımız uyuşmadı. ben bisikletime atlayıp yeni yerler keşfetmek istedikçe sen yola çıkan araba, bisikletten düştüğüm yokuş, geç geldiğim için kızan annemin sitemi oldun. ben yeni bir sevgili istediğimde ilk sabunu uzatan da sen oldun. her nefes almak istediğimde kalbime giren ağrıydın sen.  fazla şey istemiş olabilirim, en azından ilk kız arkadaşıma dokunmama engel olmayabilirdin, çocuktuk o zaman nasıl olsa.ilkokula başladığımda en çalışkan bendim. lütfun için teşekkür ederim, sayende yüksek beklentilerin altında hala eziliyorum. çok yakışıklı bir çocuk olmadım, ailem çok zengin değildi. babam da şanslı bir insan değilmiş demekki. popüler hiç değildim. sınıfım dışında tanınmazdım. bana verdiklerini en iyi şekilde düzene koyup onu insanlara sunmaya çalıştım. sayısı belli olan saçımı havaya dikmek -yakışıklı hissettiriyormuş o zamanlar- veya gereği kadar olmayan boyumu uzatmak için basketbol oynamak gibi. seni bunlar için pek suçlamıyorum tabi. birçoğu benden kaynaklanıyordu sanırım. belli bir zamandan sonra seni ben şekillendirdim. her sene, her ay, her hafta, her gün.. üstüne hep bir tuğla koyarak inşâ ettim seni tıpkı bir bina gibi. ilk depremde de yıkılmadın halbuki. sağlam yapmışım seni. bazen de sen bana sundun seçenekleri. yada seçeneği. ama seçtirmedin. önüme geleni kabul ettim ben. dayatmalarına, ısrarlarına hiç karşı duramadım. sonra kendi kredimden kullanmaya başladım. üzülmeye değer, değerli birşey olduğunu düşündüm. sonunda hesap vereceğimden -neyin hesabını verecektim bilmiyordum ama yine de- korktum. hep iyi şeyler yapmaya çalıştım. delikleri bayağı büyük olan -içinde bulunduğum toplumdan dolayı- toplum eseri akıl süzgecinden geçmek için çırpınan dayatma ve baskılardan yararlandım. hep iyi bir insan olmam söylendi. iyi bir yaşam, iyi bir hayat.. evet herşeyin sonunda sen vardın. 'kader' dedim suçladım seni. ya da kendimi suçlu hissetmemek için uydurulan bu kurguyu öne sürdüm. bilmiyorum dostum. bazen insanlar çok şanssız oluyorlar. kimisi doğuştan kimisi sonradan . bir felaket herkesin başına gelir; şanssız olan zarar görür..neyse, şans kavramını da bir kenara bırakalım. bazı tercihleri dayatmıştın ya bana -zorla olanları- hani. benim tercihim olmamasına rağmen sonra bir de karşıma çıkıp 'sen bunu yaptın bunun cezası-ödülü bu' dedin. 'yapacak birşey yok, bunu hakettim ben' dedim. sanırım en baştan haketmemiştim. fazla ayrıntıya girmeyelim artık. ne kadar düşüncesiz olduğunu biliyorum. hayat, beni cok yordun. sana verecek birşeyim yok artık. sana dair planlarım, gelecek için düşüncelerim yok. senin de bana dair planların olmasın. artık senin bana kattığın tecrübelerle yetineceğim. ve sana en büyük tecrübemi ve nacizane hediyemi de sunarım. Orta parmağım.

Dönem dönem yazma özürlü olmak.

 Bu aralar pek yazamıyorum. Bunalımlı dönemlerim geçti sanırım ama daha fazla yazmaya ihtiyacım var. Anlatacaklarımı mezara götürmeyi düşünmüyorum. O kadar çok şey varki paylaşacak; anlatacak.. Artık sayfalarca yazıp yazıp çöp kutusuna basket atmaktan sıkıldım. Başka insanlara da ulaştırmak, ilgilenirlerse konu hakkında konuşmak ve daha fazlasını dinlemek istiyorum. Zaten bana verilecek süre normal bir ömürden kısa olur sanırım. Tek dostum içkim sigaram muhabbetine girmeyeceğim. Sokağa çıktığımda gördüğüm o insanların hepsi benim için birer potansiyel dost. Onun için bağlanma konusunda sıkıntı yaşıyorum. Ve anlattıklarımın sonra bana karşı silah olarak kullanılamayacağına emin oluyorum.
 Şu son haftalarda gerçekten de yazma özürlü oldum. Bir ayda sadece 5 sayfa yazıp 'bugün geç kalktım yemek yedim tv izledim hmm ok by' içeriğini kullanmam benim de sinirlerimi bozuyor. Sanırım ''Edebiyatçılar'' haklı. Yazı acıdan besleniyor. Duyguya, umuda, karamsarlığa alıştırdım ben ilham perimi artık. Benim karamsarlıklarımla beslenmeye basladı ve karamsarlığımdan eser olmadığı zamanlarda gelip ilham denen o tozu üzerime serpmiyor sanki.
 Tek eğlencem müzik oldu zaten şu dağbaşında. Akşamları birer fincan çay eşliğinde ettiğimiz sohbetler bile artık mutluluk katsayımda kıpırdama sağlamıyor. Çok mu ergenim neyim anlamadım.
 Malum; her mühendis gibi 'ben kalender meşrebim güzel çirkin aramam nefes alsın yeter' havasında değilim. Ondan dolayı çok sıkıntılıyım bu sıralar sanırım. Birde alışma-kabullenme muhabbeti var. Alışamadım da kabullenemedim de şu yere. Senelerdir hayallermi süsleyen (!) üniversite hayatı bu olmamalı. Bakın size üniversite hayatımdan bahsedeyim biraz.
Sabahın köründe kalk. Okula git. Boşluklara am,is,are doldur. (hazırlık okuyoruz ya.) Yurda geri dön. Yemek ye, tv ye bak. (kadın programları hala varmış.) Odaya çık yine boşluklara am is are falan doldur. Saat 11 gibi 2. öğretimler gelsin ve omegle'da dil öğrenme pratikleri başlasın. Sabahı yine aynı. Hafta sonları ise çok farklı. Cuma gecesi 5 te yat, bütün gün uyu, cumartesi gece sabaha kadar dota muhabbeti yap, pazar günü de aralıksız uyu. He birde arada teras katta çay-sigara-gitar muhabbeti dönüyor ama beni sarmadı pek.
 Bu kadar bunalımlı durumun arasında hala yazamıyorum ya ona çok şaşırıyorum. Esenlikle kalın.

Ben hala dolaşıyorum avare..

Hayat ne kadar boş demiştim değil mi?
Dünyaya gel, ...tüket tüket tüket ... arada da 'zaman ne cabuk geciyor' diye hayıflan ve öl. Evet hayat dediğiniz şey bu kadar basit. En asil duyguların bile insan egosundan beslendiği gerçeği hepimizin gözardı etmek istediği bir olay.
Bir kızılderilinin baltayı vurmadan önce ruhuna yüzlerce dua ettiği ağacın devrilişi gibiydi onca geçen zaman.. Ne ben bulabilmiştim hayatın anlamını; ne de hayat göstermişti bana ne kadar riyakar, zalim ve ruhsuz olduğunu.
 Geçmedi ki günlerim 24 saatinde de yüzümün güldüğü. En azından ölümün kardeşi 'uyku' ile tanıştırdı beni en kısa zamanda. Acılar gelmeye başladı büyüdükçe üst üste.. Samimiyetin sadece ufak bir tebessümde saklı olduğunu kendim öğrendim bunca zamanda. Ve ağzı kulaklarında gülmenin dünyanın yaşanabilir bir yer olduğu hakkında ne kadar umut verici olduğunu gördüm.
 Aklıma intihar etmek geldikçe daha çok bağlanmaya çalıştığımı görmüştüm dünyaya. İyi ya da kötü yaşamaya mecburduk. Boş, dolu, öyle ya da böyle bir süre doldurmak zorundayız.
 Benim tercihim başlıkta ve daha önceki yazılarımda belirttiğim gibi.. Dışarı çıkıp görmediğim yerler görmek, tanımadığım insanlar tanımak, solumadığım kadar temiz hava solumak, apartman çocuklarının hayallerine bile giremeyecek maceralar yaşamak.. İşte bunlar yaşama bağlar insanları. Tolkien'in dediği gibi; 'Altın olan herşey parlamaz, her gezgin yitirmemiştir yolunu.' 

Olgunluk

 Zaman insanları değil armutları olgunlaştırır. Tamam eyvallah.
 Birkaç forum ve sözlük dolaştım. Genç yazar ve şairlerin kitap çıkarma isteklerine hep 'daha deneyim kazanman gerek olgunlaşman gerek sözcük dağarcığı vıdı vıdı' şekillerinde cevaplar vermişler. Bunu yapanlar da 45-50 yaşına gelmiş ama ortaya sike sürülecek bir iş koymamış insanlar. Bilirsiniz; insanlara hakaret etmeyi sevmem. Kişiliklerini kastetmiyorum; insan olmanın bir onuru olmalıdır bence.
 Kendimi ortaya atıp acıtasyon yapmamayı düşünüyorum. Söyleyeceğim birkaç kelime var söyleyip sonra siktirolup giderim buradan.
 Öncelikle bir eseri okumadan hiçbir şekilde yargıya varamazsınız. Yazarın yada şairin yaşına, boyuna, bitirdiği okula bakarsanız işiniz zor. Çok mu yaşlıydı Rowling Harry Potter'ı yazmaya başladığında? Ya da 'Aşk' piyasaya çıktığında Elif Şafak torunlarını parkta mı gezdiriyordu? Hayır. Küçük İskender tıp fakültesini bıraktığında ya da girmeden önce 'belki şiir hayatımda işe yarar' demişmidir acaba? Ya da Oğuz Atay bunun için mi girmişti Itü inşaat'a?
 İnsanların yazdıklarını yaşlarıyla, tecrübeleriyle ya da zekâları ile yargılayamazsınız. Yazı tamamen farklı bir evrendir ve içinde yaşadığımız dünyayı en iyi anlatabilendir. Deneyim ve tecrübe yaşadıkça kazanılır yaşlandıkça değil. Bir konuda belirli miktarda tecrübe kazandığını düşünen her birey o konuda birşeyler yazabilir.
 Söz dağarcığı olayına gelirsek eğer;
İnsanlarla iletişim kurarken günde maksimum 100 kelime kullanan adamlar gelmiş söz dağarcığından bahsediyor. Sana dünyanın en kısa hikayesini anlatayım mı? "bitti."  Evet sadece 'bitti.'. Milyonlarca sözcüğün arasından özenle seçip akıl süzgecimden geçirip ıvır zıvırla uğraşıp yazmadım buraya. Sadece şunu anlatmak istiyorum. Bir kişi bir konuyu anlatmak isterse kendi hayal ettiği kadarını anlatır. Prodüksiyon demişim ya da yapım demişim ne farkeder ki? Yada bunları hiç dememişim? Önemli olan karşındakine gerekli duyguyu verebilmektir. Bir sürü aynı anlamda kelimeyi üst üstüne bindirip anlam karmaşası yaratmak değil.
 Şunu da kabul ediyorum; insan yaşadıkça olgunlaşır, fikirleri değişir, dünyaya bakışı değişir falan. İşte tam olarak şuan bundan bahsediyorum dostum. Ben dünyaya şu andaki bakışımı yazıyorum. Seneye dünyaya nasıl bakacağım şimdi benim için önemli değil. Seneye bu yazdıklarımı okuyup kendimle alay edeceğim büyük ihtimalle ama şimdi bunları düşünüyorsam elbet bir sebebi vardır.
(gelecekteki benliğe not; bunları okuyup gülecek olursan ağzını kırarım. yapmadığın şey sanki. hala eski günlüklerini çıkarıp okuyup okuyup gülüyorsun biliyorum.)
 Olgunluğu kadın-erkek ilişkileri bazında ele alıcak olursak klişeler belli ederler kendilerini zaten. 'Erkek birkaç yaş büyük olacak, koruyup kollayacak, düştüğümde elini uzatacak' vardır en sevdiğim. Senle aynı yaşta olan sen düştüğünde elini şortunun içine sokmaz elbet rahat ol. (oğlum bu çocuk gerizekalı herşeyi g.tünden anlamış olaya getirdiği yoruma bak' diyenler için de İsmail Yk kardeşimizden 'kudur kudur baby' şarkısını tavsiye ediyorum.
 Olgun kadın/erkek fantezinize birşey demiyorum gençler. Ama senden 6 ay büyük bir kızın sırf senden önce ışığı gördü veya senden önce ebesinden kıçına tokadı yedi diye seni küçük görmesine de izin verme. Her şeye verecek bir cevabın var ya hani; buna da 'zaman armutları olgunlaştırır' olsun hadi.
 Ergenliği bu işin içine asla katmıyorum. Hepimizin 'hehelelele hölülü' şeklinde geçirmek zorunda olduğumuz o kutsal dönemde anlattıklarımın hiçbirisi geçerli değildir. Olgunlaşan falan yok sadece erkeklerde sakal kızlarda meme çıkıyor. Bitene kadar beyin aynı beyin.
 ßß.

Kitabın İsmi Belirlendi

 Uzun süredir kafamdaki yerli-çizgi-roman fikrini birkaç samimi dostuma açtım. İşi bilenler bana Türkiye'de çizgi roman kültürü olmadığını ve konu ne kadar ilgi çekici olursa olsun destek bulamayacağımı uygun bir dille anlattılar. Bende bu nedenle deneme-öykü tarzına yönelmiştim.
 Aslına bakarsanız çizgi romanlar hazırdı aslında kağıtlarda. Yazıları yazılmış, taslakları belli, eskizler bile çizilmişti. Ama ilgi görmezse bana getireceği maddi yükün altından kalkabilmem zordu. Kendimi roman ve diğer türlerde eser verecek kadar yetkin de görmüyordum açıkçası. Dil ve Anlatım derslerinin hiçbirini takip etmemiş, herhangi bir konuda kitaptan çok filme değer veren bir adamdım ben. Görsel zekamın daha fazla gelişmiş olmasını bahane ediyorum şimdilik.
 Başarabileceğimi düşündüm sadece. Secret saçmalığına başvurmadım. Evrene olumlu mesaj gönderdikçe sana g.tüyle gülüyor haberin yok. [dostum; bu işi halledemezsen yüzüme (aynaya) bakma] dedim kendi kendime sadece. Biliyorum; dilbilgisi kuralları hakkında ufak tefek fikirler haricinde bir maruzatım yok. Ama kelime dağarcığıma ve de en çok yaratıcılığıma güveniyorum.
 Beni bu düşünceye iten diğer bir etmen de yaklaşık 10 ay kadar hapis tarzı bir hayat yaşayacağım düşüncesi. Yurtta aklınıza gelebilecek keyif veren herşey yasak. Sanırım not defterimle kalemime de sınır koyamazlar. Fikirler kurşun geçirmez ya hani.
 Blog için de birşeyler düşündüm. Domain alırım herhalde ilk iş olarak. İsim yine aynı kalır ama birkaç köklü değişiklik düşünüyorum. Normalde tarzım olmayan bir şekilde yazıyorum bloga. Okuyucuyla samimi konuşma havası yaratmaya çalışma fikri yürümez gibime geliyor. En iyisi bazılarının yaptığı gibi okuyucu yokmuş gibi davranmak sanırım. Hem böyle daha özelime girilmiş hissi yaratırım. Sesli düşünüyordum, kusuruma bakmayın.
 Evet bunca laf karmaşası yaptık bari kitabın ismini söyleyelim değil mi? Kitabın ismi 'hemen her gün bana bayram' olacak büyük ihtimalle. Hiçbirşey tamamen olup bitene kadar kesin konuşmak mümkün değildir. Eskiden düşündüğüm isimler 'buluttan tarlalar' idi. Evet bu ara fazla müzik dinliyorum.
 Öykü kategorisinde olacak sanırım. Tekdüze bir şekilde baştan sona aynı solukta bitebilir ya da bölümlere bölüp heyecanı ufaktan vermeye başlayıp son bölümde birkaç aforizmayla aklınızı başınızdan almayı deneyebilirim. Yayınevi, editör, matbaa, noter falan filan hepsi tamam zaten. Bilen bilir, senelerdir bu iş için para biriktiriyordum ama artık zamanı geldi. Benim için özel olan bir tarihte raflarda bulacaksınız. Bu süre zarfında okuyucuya beklemek; bana da kitabı tamamlamak düşüyor.
 Ama şunu da belirteyim; o bekleyen çizgi roman ne pahasına olursa olsun ben hayatta iken yayımlanacak. Bugün, yarın yada bir sonraki gün değil ama elbet bir gün...

Derin Bir Nefes

 Kardeşine dönüp 'Dışarı çık; bir bara otur, birkaç kadeh birşeyler iç. Bir kız arkadaş edin. Sevmek ne demekmiş hatırlaman için güzel bir fırsat yakalamaya çalış. En azından hayatta olduğunu kanıtla. Derin bir nefes al.'' dedi.
 Never Back Down'u izleyenler bilir. Dövüşte en önemli kural nefesini kontrol altına almaktır. Nefesinizi tutup adama saldırmayı denerseniz işiniz zor demektir. Aldığınız nefes atılacak olan yumruk için güç demektir. Vücudunuz her yeni nefeste kendini yeniler. Dövüşte kondisyonu eşit seviyede olan iki taraftan dövüş tekniği ve nefes kontrolü iyi olan kazanır.
 Konuyu dağıtmayalım;
 Dünyanın forum sitesini, sözlüğünü gezdim bir Allah kulu da 'asosyalim beyler ne yapmalıyım' diyen Ademoğlu'na 'dışarı çık, kızlarla gez''den başka bir şey desin. Ya arkadaş her dışarı çıkanın üstüne mi atlıyor bu kızlar? Sen bilgisayar başında otur aylarca, oynadığın oyundan ya da yaşam stilinden sıkıl; asosyalim diye ağlamaya başla ve dışarı çıkınca kızlar gelsin. Ne güzel filmmiş o öyle olsa da izlesek bari. Ama önce sırada Taxi Driver var belirteyim de.
 İnsanlar sosyal varlıklardır falan zırvalığını geçiyorum direk. İnsan istediği ölçüde sosyal varlıktır. Alınmayın dostlar ama insan benim gözümde diğer bir insana muhtaç olduğu için sosyaldir. Neyse sosyal vaaz vermeyi erken kesiyorum ve sadede biraz olsun yaklaşmak için adım atıyorum.
 'Nefes alsın yeter' deyimini bilmeyen yoktur herhalde aramızda. Bu da bir insanın yaşadığının en büyük kanıtıdır. Deyimin söyleniş amacı ayrı; ona sonra değiniriz.
 Asosyallikten bıkan arkadaşlara sesleniyorum;
- Önce bağımlılıklarından kurtul. Sigaradan bahsetmiyorum, kendini zehirlemekte özgürsün ben baban değilim sana yasak koyamam. O bilgisayarın/oyunun/filmin başından kalk ve pencereyi aç.
-Burnundan derin bir nefes al. Hemoglobinlerin bütün vücuduna en ufak bir yer kalmayacak şekilde oksijen taşıdığını hisset. Yaşadığına kanaat getir.
-Biraz insan ilişkilerine önem vermeye çalış. Karşıdaki ne söylerse söylesin ilgiliymiş gibi davranmaya çalış. Unutma; samimi taklidi yapabiliyorsan diğer herşeyin taklidini yapabilirsin.
-Beyninin yetmediği konularda karşında konuşan adamı küçümseme. Sen sağ elinle mutlu falan değilsin artık anla şunu. En azından sağ elinin söz hakkı yok.
-Felsefe işe yaradığına inandığım sayılı ilaçlardandır. Gerçekten de işe yarar. Tanrı sevgidir ya da evrene olumlu mesaj gibi boş inanç sahiplerinin zırvalıklarla pekiştirilmiş yalanlarını unut. Felsefeyi körü körüne okuma. Akıl süzgecinden geçir.
-Bir hobi edin. Benim yüzlerce hobim oldu sana istediğin herhangi bir konuda yardımcı olabilirim. Evcil hayvan,  Rc modeller (tekne, helikopter, on-off road araçlar), resim, müzik, heykel, grafik tasarım vb.. daha bu örnekler artırılabilir.
-''Artık dört cinsiyet var; kızlar, erkekler, Calvin Klein erkekleri ve Victoria's Secret kızları'' diyen zangoçlara kulak asma.
-Müzik zevkin oturmuştur ama yeni gruplar falan keşfetmeye çalış. Hepimiz lisede rap, arabesk falan dinledik. Karma bir müzik zevki edinmeye çalış. David Guetta da var bu dünyada Metallica da. Ben ''rap değil sago dinliyorum zehehe'' diyorsan zaten sen gelme liseli.
-'Ne liselisi yaşım 25 lan benim' diyorsan; liseli olmak için yaş gerekmez. Mantelite meselesidir.
-Asosyalliğin en büyük sebeplerinden birisi de kusuru olduğunu düşünmektir. Aynaya bakıp Brad Pitt görmeye çalışma; bu dünyada Bukowski'ler de var Iggy Pop'lar da Steven Tyler'lar da. Bayan arkadaşlar içinse örnek çok zaten Amy Winehouse'dan gireriz örnek vermek gerekirse.
-Başka bir sebebi de yalnız kalma istediğidir. Ona karışmam. Ama yarın çıkıp da 'çok yalnızım abi' diye intihar etmeye kalkma. Yaşamı sevmeye en yaklaştığım zamanlar intiharı düşündüğüm zamanlar oluyor.
-'Dün berberde sıramı bekliyorum. Traş olmakta olan adamın biri, ki ün. mezunu ve çalışıyor, öyle atıp tutuyor ki herkes onu dinliyor. Muhabbete katılmayan bir tek ben. Hararetli bir tartışmadır gidiyor. Ama tartışılan konu hakkında herhangi birinin bir gazete makalesi dahi okumadığı anlaşılıyor. Bizim dangalak medyanın dangalak haberlerinden beslenmişler. Ben de sesimi hiç çıkarmadım, gazetelere baktım. Onlar da katılım göstermememe şaşırdılar. Şimdi ben asosyal mi oldum?' Hayır olmadın. Adam gerzek, moron falan orası ayrı da; sevmediğin konularda konuşmayabilirsin. İletişim keyif alınarak yapılması gereken birşeydir. Asosyallik iletişim eksikliğinden kaynaklanır tercih meselelerinden değil.
-'ben x oyundayken y sesli chat programını (vent, teamspeak türevleri) kullanıyorum klanda 50 kişi var hepsiyle konuşuyorum senden daha sosyalim aslında olooom' diyorsan da; o oyundan elbet bir gün sıkılacaksın. Ve gerçek hayattan tanımadığın hiçbir klan üyesi ile hayatının sonuna kadar daha hiç görüşmeyeceğinin garantisini veriyorum. Sizler gerçek hayattaki kişilikleriniz değil; oyundaki karakterlerinizsiniz artık. Değeriniz oyundaki eşyanızın ederi kadar. 'Yok biz çok iyi dostuz aramız çok iyi mehmet abi bana çok güvenir' falan diyorsan da devam et diyorum; ileride ananın bulduğu kızı beğenmezsen son çare mehmet abinle evlenirsin.
- 'Benim yapım böyle abi insanlar beni boğuyor hepsi sistemin kölesi olmuş kafama göre adam yok yeaa' diyorsun iyi güzel de akşam duvarda çekirdek çitlerken mahallenin sidikli kızlarına ağzın 1 karış bakıyorsun ne iş? Yemiyo tabi konuşmak. Anca bak öyle. Sistemin efendisi sen olsan ne olacak, önemli olan sistemin içinde olup dışından bakabilmek.
-Türk insanının huylarına hiç girmiyorum. Şu karikatür herşeyi açıklıyor zaten. Sen istediğin kadar özgüven dolu ol baltalayacak bir öküz bulunur etrafta. Bu çok yakından tanıdığın birisi olabilir.
-Şunu da hiçbir zaman unutmayın. Asla ve asla yaşarken yalnız olamazsınız. Hep tatlı bir engel çıkar karşınıza ve yalnız kalamazsınız. Şunun gibi..
-Sosyallik evde anneniz ve kızkardeşinizle Fatmagül'ün Suçu'nu bulmaya çalışmak değildir.
-Sosyallik sokağa çıkıp tuttuğunu sikmeye çalışmak da değildir.
-Sosyallik tanımadığınız bir insanla ayaküstü bir muhabbet olabilir.
-Sosyallik uzun süredir görüşmediğiniz bir arkadaşla biraz oturup birşeyler içmek olabilir.
-Ve bu sosyal hayata geçişte ilk gecenizse;
Konuşmak zorundasınız.
Susarak, içine kapanarak sosyal olunmaz.
Alacağın nefes bile sayılı. Hala bu neyin feryadı? Çık dışarı, gez, dolaş, bisiklet sür, uzun zamandır tasarladığın birşeyi yap, balık tut, mahalledeki çocuklarla top oyna, kolasına kömür taşı, eriğe dal. Ama kesinlikle sokağa çık. Sadece mizah ve başkomiser Rıza'nın ekibi değil; tüm hayat sokaklarda.

Not: Yalnız ve aile boyunduruğu altında olmadan yaşıyorsan sana şunu öneriyorum. Birkaç gece evinden uzakta kal. Sosyalleşme uğruna git banklarda ya da atm klübelerinde yat demiyorum. Neyse Amy Macdonald sana gerekli ipucunu verecektir.



 Hepiniz tanrı'nın ruhundan bir parçasınız ve unutmayın en büyük yalnız bizleri yaratan'dır. Elbet kendinizi yalnız hissettiğiniz anlar olucak ama bu duygunun ruhunuzu esir alıp içinizdeki maceracı çocuğu öldürmesine izin vermeyin. Bol şanslar.
(Muhabiriniz Okan İstanbul/Zeytinburnu'ndan bildirdi. Ortamın, sokakların ve gece aleminin kalbinin attığı yer. Yok la şaka yaptım dönerler satırlar havada uçuşuyor burda 7/24.)

Hedefler ve Destekler

Küçüklüğümden beri fizik ve doğa bilimine aşırı ilgi duyarım. Evrende her oluşumun altında enerji'nin yattığını (sakin şakirtcanlar bende inanıyorum elbet.) öğrendiğim ilk gün 'mesleğimi buldum işte ben fizik okumalıyım' demiştim.
 Gel zaman git zaman derken lise son sınıfa geçtik. Ben genelde planlarımdan bahsetmeyi seven birisi değilimdir. Nasıl olduysa bir gün birisine açtım bu konuyu. İşin aslını daha anlatamadan aldığım yanıt şuydu. 'fizik okuyup naapacan?'
 'Napak panpa sana sokcam' demek gelmişti o anda içimden. Küçükken tır şoförü olmak istiyordum lan daha mı iyiydi? Gittik adama hayallerimizden bahsettik verdiği tepkiye bak. Lan kimsin sen gavat diyerek çirkinleşmek istemiyorum.
 Neden fizik istediğimi söylemiştim. Aslında altında yatan 'Kpss'ye girer milli eğitime kapağı atarım ondan sonra her ay yatsın mayış ehehe mehehe' gibi bir düşünce de yoktu. Tamamen aşk ile sarılacaktım fiziğe. Mucit olmak Türk'ün neyine; kıçıkırık bir öğretim görevlisi de olsam bana yeterli demeye de başlatmışlardı yavaş yavaş.
 Sonra herifin biri daha çıkıp 'fizikçiler iş bulamıyor oğlum hepsi aç bak benim amcaoğlu Hakkari'de fizik okudu şimdi itfaiyeci' tarzında birşeyler söyledi. Tam olarak hatırlamıyorum çünkü hayallerimi ya da yaptığım işi kötüleyenleri kulağımla dinlemem genelde.
 Tabi ki de kuantum fiziğini öğrenip zamanda yolculuk yapmayacaktım. Çılgın şey seni.
 Bu da 'fizik bölümü okunmaz oğlum yeaaa' diyenlere gelsin. Yazı niye kısa sürdü anlamadım.
 Aslında doğuş'un meşhur swf'sini hediye edecektim de azımsanamayacak bir kitle. Ağzımı kırmasınlar sonra.

Köy Yaşamı Üzerine

 Gençler görüyorum. Hallerinden olabildiğince memnun görünmeye çalışıyorlar. Oysa boyunlarına bağlı olan zincirin ucunun biraz gevşeyebildiğini farketse hemen dağa, nehire kaçacaklar.
 İnsanlar görüyorum. Zamanında memleketlerini bırakıp gelmişler. Emekliliğini altında geçirecek bir ağaç dalı arayarak ziyan ediyorlar.
 Çocuklar görüyorum. İnternet ve play station kafelerden çıkmıyorlar. Onlar çoktan sistemin kölesi olmuşlar. Doğa'nın verdiği hazdan bihaberler.
 4 yaşımdan beri her yaz ayını köylerde geçiririm. Sabit bir köy yok büyüdüğümden beri benim için. Marmara olur, ege olur, karadeniz olur.. Herhangi birisinde bir köy bulurum kendime. Karadenizi severim oralı olduğumdan ötürü. Vazgeçilmezlerimden birisidir benim. Şehirde aylarca kıvranıp bulamadığım huzuru orada bulurum. Kimliğim önemli değildir o günlerde. Ne iş yapıyorsun, nerden gelip nereye gidiyorsun diye soran yok. Herkes kendi hayatının peşinde. Benim hayatım ise ben betonarmeyi terk ederken terketmiş beni. Hiçbirşey düşünmüyorum akşam ne yiyeceğimden başka. Temiz havasını solumaktan başka zarar vermiyorum doğaya.
Küçükken sadece karadenize giderdik. Köyümüz Giresun'da; yaylamız ise Alucra yakınında, Erzincan sınırındaydı. Oraya gitmeyi hep iple çekerdim. Çünkü orası benim için hobbitköy ''Shire''dı. Nasıl mıydı yaylamız? Anlatsın gelin size küçüklüğüm.
Televizyon yok yaylamızda. Daha doğrusu elektrik yok. Dağların çepeçevre sardığı bir dağın yamacına kurulu. İnsanı temiz, çocukları saf ve her daim neşeli.
Anlatmakla olmaz aslında en iyisi görselden faydalanmak.  İşte bu videodaki bizim yaylamız. Bakmayın yeni yapılan betonlara; benim kaldığım evde biz uyurken rüzgar vurur tahtaların arasından tir tir titretir bizi sabah uykusunda.
 Demiştim ya insanları saf ve temiz diye.. Tesadüf eseri şu videoyu buldum. Arkada görünen evlerden ilki bizimkisiydi :) Tarih de uzak değil, türküyü söyleyen çocuk beraber büyüdüklerimden birisi. İdristi adı. Abisi de Aykut'tu. Çocukken geçirdiği hastalıktan dolayı kafası pek yerinde değildi. Hangimizin kafası yerindeki zaten? Sabahları obanın tüm ineklerini karşı dağdaki ormanın başına kadar beraber götürürdük. O zaman da türkü söyleye söyleye giderdi hep :).
 Köyü değil de her sene yaylayı özlemeye başlıyorum yılbaşından. Orada bulduğum huzuru hiçbir yerde bulamıyorum. Biraz temiz hava, biraz adrenalin, biraz sağlık ve biraz daha sağlık. Ormanda çam sakızı, mantar ve kekik toplamanın verdiği hazzı hiçbirşey vermiyor bana. Orası oldukça serbest bir yer. Dağda olduğu için jandarma ilgileniyor. Daha doğrusu öyle gözüküyor. En yakın jandarma karakolu yaklaşık 20 km mesafede. Cami karşı dağdaki obada. Cuma günleri bir saatlik bir yol yürünüyor camiye gidebilmek için. Ekmek zaten evlerde 'kuzine' denen portatif fırınlı sobalarda pişiyor. Şeker, çay gibi ihtiyaçlar giderken götürülüyor. Haftada 1 karşı obada pazar kuruluyor. Kalan ihtiyaçlar oradan gideriliyor. Çekilen videolar gerçekten çok yeni. Eskiden koca obada sadece 1 kişinin minibüsü bulunurken şimdi evlerin önünden yol geçmekte ve çoğu kişinin şahsî arabası kapısının önünde durmakta.
 Ama hala oraların tadı olduğuna inanıyorum. Küçükken karşı dağdaki derelerin birleştiği yerde yaptığımız ufak çaplı gölde sabahin 7 sinde buz gibi suya girerdik. Çıktıktan sonra ormanın girişine gelip inekleri toparlardık. Onlar açıklıkta yayılmaya (ot toplama işlevi. lise biyoloji dersinde gördünüz ya hani. memeliler önce otları bütün olarak yutup işkembede toplar. işte bu işleme 'yayılmak' deniyor orda.) başlar biz ise ormana doğru yola koyulurduk. Yaşlar küçük olduğu için yanımıza balta gibi büyük aletler vermezlerdi. Çakılarımızla çam ağaçlarının 'sertleşmiş' reçinelerini ve başkalaşım geçiren reçinelerden oluşan 'sakızlarını' toplardık. Babamlar daha iyi bir renk alması için sütle karıştırıyorlarmış ve kavuruyorlarmış, ben hiç sevemedim o yöntemi.
 Sakız işlemi sürerken çam torflarının altında büyük beyaz mantarlar olurdu. Yaşlıların uğruna sırtında sepetle bütün ormanı gezdiği bunlardır işte. Bizim bir işimize yaramazdı ya; ya çakılarımızla kesip parçalar ya da bayırdan aşağı yuvarlardık. 'Ula gavurun dölleri ne ediysunuz' diye bir ses gelirdi genelde arkadan. Yaylanın en atik yaşlılarından birisi kekik ya da dağ çayı toplamaya çıkmış ve bizim mantar katliamımızı görmüş olmalıydı. Hemen uzardık oradan.
 Acıkınca yanımızda getirdiğimiz ekmekle peynir, domatesi yerdik. Su almak için kabımız olmadığından bulduğumuz su kaynağından içerdik. O da olmazsa ne duruyor Fatma Nine'nin ala cicikli keçisi!. Buradan sonrası iğrendirici işte. Kızlar okumaya devam edebilsin diye ayrıntıları vermiyorum.
 Karınları doyurduk ya; sıra oyuna geldi. Tabi İdris'te sabahtan beri türküler başa sarıyor. Bildiği sayılı parçayı defalarca söylemiş zaten. Motorunu soğumaya bırakıyoruz. Bu işe çok küçükken başladığım için daha öncesini hatırlamıyorum. Ama 5-6 tane çocuğu yanında yetişkin olmadan çobanlık yapmaya salarsan yapacağı birşey yoktur. O çocuk torpil patlatacak; kaçarı yoktur.
 Taze inek tezeğinin içine sıkıştırılan torpil özenle yakılır ve hızlı şekilde uzaklaşılır. Adını bilmediğim kırmızı yanaklı ninenin sarıkız'ı en çok nasibini alandır bu işte. Daha dün arap sabunuyla yıkadığı ineği taze tezeğe bulanmış haldedir.
 Böyle uğraşlarla yavaş yavaş güneşi üzerimizde kaydırırız. Zamanı gelip de güneş en batıdaki o tepenin üzerinde son kez bize doğru gülümsediğinde geri dönme zamanı gelmiş demektir. Büyük bir telaş başlar artık. İneklerin hepsi farklı bir yerdedir. Bağıra çağıra toplanan inekler öne katılır ve obaya yola koyulunur.
 Bizi bekleyen sabah sağılıp pişip kaymağı yayıkla yağ yapmak için ayrılmış bir tas süt bulunur hep. Yanında da azıcık mısır ekmeği, istersen bir dilim peynir. Biliyorum Heidi hikayesi de böyleydi. Ama aynısını yaşadım işte. İsterseniz bir gün sizi de götürüp tek tek bu dediklerimi yaşatarak gezdirebilirim yaylayı.
 Dağ çileği vardır orada; şenliklerin en büyüğüdür. Ufak, kapkara bir boncuk tanesini andırır. Dağda ağaçsız kısımda bulunur. Bir karış boyunda bir çalısı vardır. Bir çalıda 20-30 arası çilek bulunur. Tadı eşsizdir ve insanın elbisesinde değdiği yerde koyu mor lekeler bırakır. Google'da bulabileceğiniz türden birşey değildir bu. Diğer bitki ve çiçek türleri gibi. Şehirdeki en kral çiçekçideki 'aşk merdiveni' burada 'güllük'tür. Eğrelti otundan bahsediyordum.
 Geceler çok ayrıdır orada. Evler 2 katlıdır. Alt katta inekler, üst katta insanlar kalır. Sadece tahtadan oluştuğu için yer yer delikler vardır. İnekleri görmeye çalışırız aralardan. Gece karanlığına karşı çıkan iki şey vardır. Birisi bulutsuz havalardaki ayın ışıltısı; diğeri ise gaz lambası. Zaten hava karardıktan sonra çok oturulmaz; yemek yenir, yaşlıların yatsı namazını kılması beklenirdi. Günün ilk ışıklarında kalkılırdı çünkü. Yarın yine aynı yorucu serüven başlayacak, inekler ağıldan çıkıp karşı dağdaki ormanın başına sürülecekti...



İşte böyleydi benim yayladaki sıradan bir günüm. Çok sıradan olduğuna bakmayın; 12 saate yakın dağlarda gezerdik. Elbet daha fazla şey yapmışızdır ama küçüklüğümden kalan tatlı anılar bunlar sadece. Bir de köyüm var. 2 hafta önce gittim daha. Köydeki evimiz şuna benziyor; hatta ta kendisi.















...
 Şimdiki çocuklar gerçekten çok şanslı. Biz o zamanlarda tahtanın ucuna bağlayıp çekerek araba yapacak ip bulamazken şimdikiler kumandalı arabaları beğenmemekte.

Beğeni gelirse devamı gelecektir.

Sanırıım aşık olma dönemim yaklaştı.


Safî abazalıktan bahsetmiyor şair burada.
Lan konuyu getirip götürüp dolaştırıp Amy Macdonald'a olan aşkımı anlatacaktım. Şu videoyu da gösterip ne kadar güzel (güzelden kastım beyaz ten iri renkli gözler falan) ve kadife sesli olduğunu (ki bir kızda ilk dikkat ettiğim şeylerden birisi budur.) empoze etmeye çalışacaktım.
Kediyi merak öldürürmüş hacı. Haxball'a girme isteğime 'yürügit lan ben aşkımı araştırıcam' demeyeydim iyiydi. Ünlü bir sözlüğün birisinde yazana göre (hatta entry şu) sesine aşık olduğum hatunun içinde yazara göre Osman; bana göre de en azından bir Al Paçino falan yatıyormuş.
 Abartılacak birşey yok demeyin sakın. Abi baksanıza yazının altındaki videoya Allahınızı severseniz. Hayattan soğudum yemin ederim.  Tamam sigara ile marine edilmiş bir ses karizmatik olabilir ama bu hatuna yakıştıramadım. Çok kötü durumdayım tahmin bile edemezsiniz.
Alın işte hayallerimi yıkan o video;
Abi hatundaki 'tonight' deyiş anındaki ses oktavı bizim mahalle müezzinlerinden çıkmaz yeminle çıkmaz. (Oktav ne tam olarak bilmiyorum ama doğru cümle kurdum sanırım. Karga sesli karı işte.)

-Dur be oğlum tamam ne ağır abaza adamsın. (iç ses) Sen değil misin senelerdir sesinin şu halde olduğunu bildiğin halde Shakira'dan vazgeçmeyen? Olm şizofren misin sen? Süt gibi hatun (nasıl bir deyimdir bu kendi iç sesimden iğrendim) sırf sesi biraz kalın diye bırakılır mı?
 -Sana ne oluyor lan iç ses? sanane oğlum. süt gibi hatunu bırakmışmış. Sanki nikahlı karımdı. Sanane ya. Zaten çok sinirliyim git sinirimi senden çıkarmayayım şimdi.
 -Abi sen içkilisin gel şu işkembeciye ayılırsın biraz.
 -He şöyle. Süt gibi hatunmuş. Oğlum içinde yeminle aslan yatıyor hatunun. Bizi sik..!? utanmasa olm bu.
-Şşşş abi tamam gel sadece.

Ve karanlığa doğru yürüyüp gittiler.

Neden 'aksped' Diye Soranlar İçin

Okuyucularımdan yoğunlukla bu soruyu duyuyorum.
Tamam tamam yalan söylemiyeceğim. Hiçbir Allahın kulu gelip de bana bu soruyu sormadı. Zaten blogu devamlı kimlerin okuduğundan da kapsamlı olarak haberim yok. Kendi kendime tribe girdim burda. Açıklayayım bari neymiş aksped.
 Türk insanı olarak takma isim bulma konusunda oldukça yaratıcıyızdır. Özellikle online oyun ve chat sitelerinde. Yıllardır bunu tecrübe etmiş birisi olarak hala takma isim (nick diyelim şuna ya TDK değiliz ya.) bulma konusunda bayağı bir yeteneksizim.
 Yıllarca oknusta'yı kullandım. Kimi zaman oknusta34 kimi zaman oknusta92 falan diye değişti. Önceki blogumda öyle birşeydi yanlış hatırlamıyorsam. Bu blogu açma fikri aslında akvaryum blogu olarak çıktı ilk. Kendimi bildim bileli bizim evde akvaryum eksik olmaz. Şuanda da nadir bulunan lepistes (half black pastel yellow bunlardan birisi) ve discus türlerinden beslemekteyim. Ayrıca her yaz sabit olarak petshop'larda çalışırım. Deneyimim bayağı fazla bu konuda yani. Ve şu blogu açmadan önce burayı açtığım için akvaryumdan burada bahsetmeyi düşünüyordum.  Aksped'in ''ak'' kısmı buradan geliyor.
 Önceki blogumu takip ettiyseniz ya da ayaküstü uğramışlığınız varsa o da olmadı en azından beni tanıyorsanız sporla ilgilendiğimi biliyorsunuz. Spor derken kahvehane futbol yorumculuğundan bahsetmiyorum tabiki. Lisanslı olarak uzun süre futbol geçmişim var. Amatör olarak masa tenisi, basketbol, yüzme ve satrançla ilgileniyorum. Ayrı olarak body building, mma, boks ve wing chun üzerine azımsanamayacak deneyimlerim var. Bu konulardaki deneyimlerim de blogda yer almayı hak ediyordu. 'aksped'in 'sp' si burdan geliyor.
 Geriye 'ed' kaldı. Tahmin edebiliyorsunuz artık sanırım. Evet evet; edebiyat. Orhan Pamuk gibi mutlu olmak için yazmıyorum, lisede edebiyat derslerinden nefret ederdim, ayrıca cin ali'den sonra ilk okuduğum kitap Harry Potter ve Ateş Kadehi idi. Yani ara boştu. Ondan sonra ver elini fantastik edebiyat, dünya klasikleri, yeraltı edebiyatı, Bukowski, Dostoyevski, Palahniuk.. 'ed' de buradan geliyor.
Akvaryuma ayrı blog açtım, spor deneyimlerimi çocuklarıma saklıyorum, edebî değeri olan tek yazım yok. Ee nerde kaldı 'aksped'? diyenler için söylüyorum. Başlığa dikkat edin. Ben bu blogu sadece zihnimde karmakarışık duran cümleleri sıralı olarak saçmalamak için açtım.
Hayırlı yolculuklar.

Peki ben neden yazıyorum?

 Blog işini beceremediğimi daha söyleme gereği bulamıyorum. Genel olarak edebiyatı sevmiyorum. Yani yazım kısmını. Tam bir kitap kurdu da olsam iş yazıya gelince (hele de klavye kullanarak) beynim işi ağırdan alıyor sanki.
 Benim istediğim tek birşey vardı bu işe başlarken aslında, o da şuydu; dünyanın bir yerinde böyle düşünen bir çocuk seninle aynı havayı soluyor ve senin de düşüncelerin bu düşüncelere yakınsa bunu bilmeye hakkın var. Eğer bu yazıyı gördüysen artık sonuna kadar okuyacaksın, geriye dönüşün yoktur ki kediyi merak öldürür.
 Neden yazmaya başladım hatırlamıyorum. Yüzüklerin Efendisi'nden etkilenmiştim ya da Harry Potter'dan. Onların önemi yoktu benim için artık. Çok geniş bir hayalgücüne sahip olduğum söylenirdi. Gerçek dünya benim için sadece yemek içmek sevişmekten ibaretti. Asıl olay ilerisi ya da arkası diyebileceğimiz beyinde bitiyordu.
Baştan belirteyim;
Bu blogda sadece kendini samimi bir dille ifade etmeye çalışan ve kötü eleştirilerinizin hiç de sikinde olmayacağı bir adamı okuyacaksınız.
Yeri gelecek ergenler gibi üç nokta ile bitireceğim sözlerimi,
Zaman zaman sizi bilgiye boğduğum da olacak; laf salatası yaptığım da.
Ağız dolusu küfürler savurduğum da olacak; aşkın en saf halini anlatmaya çalışan sıralı harf kümeleri de.
Alıntılar yaptığım da; not defterimi açıp zamanında karaladığım aforizmaları buraya taşıdığım da.
Belli bir konu olmayacak, o an aklımdan ne geçiyorsa o görünecek bu beyaz sayfalarda.
Yazar triplerine girip topluma yön vermeye çalışmayacağım. Kitleleri peşimden sürüklemeye çalışsam politika okur ya da ortaokulu terk edip milletvekili olurdum; mühendis değil.
Edebiyatı diğer sanatlardan daha fazla sevmiyorum ben. Karikatürle başladım bu işe. Gerçek anlamdan bahsediyorum. Çizgi roman, deneme, hikaye derken aldı yürüdü gidiyor işte. Yani edebiyat aşığıyım triplerine girmeyeceğim.
Size bazen içinizi acıtacak anılar anlatabilirim. Şunu bilin; samimi görünmeye çalışıp da becerememek en büyük samimiyetsizliktir. Ve samimi taklidi yapabiliyorsan her şeyin taklidini yapabilirsin.  
Onlarca kızla birlikte olmuş bir Don Juan ya da Kazanova değilim. Size aşk konusunda verebileceğim en iyi tavsiye 'seviyorsan git konuş abi' den öteye geçmeyecektir. Kendi aşk deneyimlerime de boğmayacağım sizi. Çünkü ben aşk konusunda yeteneksiz ama şanslı bir adamım. Hiç olmazsa şunu bilmeye hakkınız var; aşk ile ilgili yazmış olduğum tüm satırları Fuat Saka'dan 'hamsiye' ya da 'rap atma' parçaları; hiç olmadı Kont Adnan'dan 'kuş foli' eşliğinde yazarım.
Evet farkettiniz espri yapmayı severim. Bokunu çıkarmayı da severim.
Size iyi bir hayat vaadinde bulunmuyorum. Sadece yaşadığınız dünyayı nasıl anlamlandırabilirsiniz onu öğretiyorum ya da anlamlıysa benim sahip olduğum anlamsız bir hayat görmenizi sağlıyorum. En azından çalışıyorum.
''Çünkü bir pazar sabahı uykusu ve kahvaltısı kadar çok sevdim seni.'' Tarzında benzetmelerle ergen kızları tavlamayı da planlamıyorum. Ülkemizde aşk bayağı sıkıntılı bir durum, özellikle doğu anadolu ve güneydoğu anadolu bölgesi'nde töre baskısı öyle yoğun ki dicle ile fırat nehri bile buluşmak için ırak'a gidiyor.Benim istediğim tek şey, daha önce de söylediğim gibi, beni anlamaya çalışmayın. Sadece okuyun ve hayatınıza ne katıyorum ya da hayatınızdan neyi eksiltiyorum gözleyin. Ondan sonra istediğiniz gibi küfürü basabilirsiniz.
 Evet beni okumadan önce uyarıları bilin dedim. Şimdi konuya dönebilirim.
 Ben yazmaya başladım çünkü bu boş dünyadan ve saçma gerçeklerinden uzak olmalıydım. Büyüdüm dedim; kız arkadaşlar edindim. (komşu kızı takıntısı vardı bende. onun için okuldaki kızlara yanaşmak istemiyordum pek. ama gönül bu ya; adamın amına koymak onun için ev sahibi ya da deplasman olması fark etmiyor.) Aşkı yazmaya çalıştım. Beceremedim.. Onun adını mıh gibi aklımda taşıdım ama Attila İlhan'dan önce kağıda dökemedim. Dökmem imkansızdı zaten şair benden önce doğmuş.
 G.tünde bez varken kızları öpen piçlerden de olamadım hiç. Ama Teoman'ın bir şarkısında geçen o barmenin dediği sözü (çok kadın hiç kadındır abi yalnızlıktır sonu) doğrulayacak kadar deneyimim vardı yalnızlık üzerine. İçimde durdukça bedenimi zehirliyordu sanki anılar, pişmanlıklar, yaşanmışlıklar ve diğerleri. Birkaç birada tüm sıkıntı ve dertleri boğamayacağımı da anlayınca eve gelip kaplumbağama anlatmayı denedim. Gerizekalı gibi suratıma baktı sadece. Bende yine yazmaya karar verdim. İçimdeki nefreti kustum sadece. İlginçtir ki insan yalnız olduğunda çevresi boş, içi dolu oluyor. Beyaz sayfalar mürekkeple bezendikçe rahatlıyordum. Büyük bir hazla yazıyordum, sevinç ya da mutluluk ibaresi yoktu hiçbirisinde. Ama ben rahatlıyordum ve kendimi tamamen müziğin ritmine bırakabiliyordum giderek.
 Tüm derdimi sıkıntımı sayfalara döktükten sonra birşeyleri değiştirme dürtüm uyandı yeniden. Bu arada; lisedeki tüm edebiyat öğretmenlerime burdan selam edeyirum. Banane divan edebiyatının kaç yılında başlayıp kimi etkilediğinden? Çıkıp da şu kitabı okuyun diyen yoktu arkadaş. Siyasî görüşüm belli olmasın diye renkten renge gireni mi ararsın; askerliği gelmiş adamlar var karşında belli olsa ne olucak olmasa ne olacak. Tabi birde fantastik edebiyatı edebî tür olarak saymayan (saymak işine gelmeyen) insanları öğretmen olarak atıyorlar bu memlekette. Hoş; çok sevdiğim bir arkadaşım da saymazdı ama bir şişe biraya kurban gitti. Uyarmıştım onu baştan ''ciddi isen sonuna kadar varım; dalga isen manyak sörf yaparım'' diye.
 Evet efendiler; içimdeki sıkıntıyı kederi attıktan sonra yazmaya başladım ben. Karikatürü de bıraktım. Artık çizgi romanın sadece 'roman' kısmı ile ilgileniyorum. 'Benim karikamı da çizsene lan ehe mehe' diye gelmeyin bana.

Pişmanlık-2

 En son tüm ümidimizi kaybetmek özgürlüktür diye bahsediyorduk sanırım. Bu arada iyi uyudum tam 12 saat olmuş.
 Fight Club'un en ilgi çeken kısmı şuydu bence; (çoğunuz hatırlamayabilir gidip bir araştırın herşeyi devletten beklemeyin cicişler.)

eğer bunu okuyorsan o zaman bu uyarı senin için demektir. bu işe yaramaz yazıda okuduğun her kelime hayatından başka bir saniye daha çalıyor. yapacak başka bir şeyin yok mu? hayatın gerçekten bu anları daha iyi harcayabileceğini düşünemeyeceğin kadar boş mu? yoksa ona saygı ve inanç duyman gerektiğini iddia eden otoriteden çok mu etkilendin? okuman gereken her şeyi okur musun? her şeyi düşünmen gerektiğini mi sanıyorsun? istemen gerektiği söylenen her şeyi satın almak zorunda mısın? evinden dışarı çık. karşı cinsten biriyle tanış. aşırı derecede alışveriş ve mastürbasyon yapmayı kes. işinden istifa et. bir kavga başlat. hayatta olduğunu kanıtla. eğer insanlığını kanıtlamazsan istatistikten başka bir şey olamazsın. uyarıldın...... tyler

''işinden istifa et ve bir kavga başlat. hayatta olduğunu kanıtla.''
Bazı günler kafam feci şekilde iyi iken sokaklarda geziyorum. Bu sırada da dünya umrumda olmuyor. İlginçtir ki yaşadığımın farkında olduğum anlardan birisi de bu anlar oluyor. Gidip millete bulaşmıyorum kavga çıkarmak için tabi. Kafam iyi de olsa Zeytinburnu gibi bir yerde bilinçsizken kavga etmem. Kavga bilinç son derece açık olduğunda edilir. Diğerlerinde sadece dayak yersin. Kendini savunmak için önce sakin olmalısın. Çünkü kızgınlık insanın en büyük düşmanıdır. Adrenalin patlamaları yaşamamak için dingin ve sakin olmalıyım. Her neyse, sokaklarda gezerken insanlar geçiyor gözümün önünden. İşinden dönen babalar, sokakta top oynayan çocuklar, duvarın başında çekirdek çitleyip sigara içen gençler var. Hepsinin bir amacı var. Sistemin onlara dayattığı ve toplumun yol göstericiliğiyle yoğrulmuş beyinleri ile ...
ööeeh. Sosyal vaaz vermeyeceğim. Kısaca açıklayayım. Bu insanların hepsi bir amaca hizmet ediyor. Kimisi büyüyüp adam olacak, gidecek bir iş bulup yuva kurup evine bakacak. Kimisi de askere gidip vatanını savunacak. Böyle örnekleri uzatabiliriz.
 İşte bu adamın bir de avrupa'da yaşayan, düzgün bir işi, geliri, ailesi çoluk çocuğu olan var. Hayata karşı ikisinin sorumlulukları aynı belki. Ama birisinin daha fazla imkanı var doğuştan gelen. Yine 'adaletini sikeyim dünya' olayına getirmeyeceğim olayı merak etmeyin.
 Hayat kimisine 1-0 önde başlama avansını verir. Bize kalan ise gideceğimiz son durağın aynı olacağının farkında olmaktır. Ölüm gibi can sıkan bir konuya değinmeyeceğim. Sadece şunu söylüyorum üstadın dediği gibi; bizinısstık biz de mi öldük? diye birşey yok. Hepimiz çürüyebilen organizmalarız. Kulağını elinle direkt olarak da tutabilirsin, kolunu omzunun üzerinden dolaştırıp da tutabilirsin. Bu sana kalmış birşey.

Yine alakasız konudan alakasız yerlere geldim. Gidip kafa dağıtayım biraz. Yeni yazıda görüşürüz.

Pişmanlık

 Hayattaki tek pişmanlığımın ya da tek sitemimin (sitemin kime diyeceksiniz o kendini biliyor. töbe töbe gece gece.) geç doğup Yüzüklerin Efendisi serisini ya da Fight Club'u yazamamış olmak. Çok saçma biliyorum ama bu iki kitapla kendimi o kadar özdeşleştirdim ki yere göğe sığdıramıyorum bu ikisini.
 Aragorn gibi dağ bayır gezmedim mi; gezdim. Gandalf gibi dağlara karşı çubuk tüttürmedim mi; tüttürdüm. Yoksa Merry ve Pippin gibi tarlalardan patates, lahana falan aşırmadım mı; aşırdım.
 Ee daha neyin feryadı bu dediğinizi duyar gibiyim. Ufak bir fikri olanlar için de; hayır canım hayır o yazarların popülerliğinde gözüm yok elbet.
Neden bu ikisi? Çok güzel bir cevap veremeyeceğim size. Az çok derdimi anlatabilirim sanırım ama. Yüzüklerin Efendisi benim için çok ayrıdır. İçimdeki hırsı ve kötüye karşı duyduğum nefreti çok iyi anlatır. Filmine gelirsek de doğa ve hayvan sevgimi (hayvandan kasıt: troll ve mûmakillerdir.) üst düzeye çıkarıyor. Yok bu tamamen yalandı. Ben Aragorn'a çok özenmiştim. Dağlarda kolculuk yapıyor, istediği yerde konaklayıp istediği zaman istediği yere gidebiliyordu. Arwen gibi bir hurisinin de olması cabası tabi. İçimdeki yalnız kalmak isteyen ergeni sadece bu karakter avutabilmişti. Ve savaşçılığı; filmde gördüğüm en iyi orta dünya savaşçısı, Gandalf'tan sonra gördüğüm en büyük savaş zekasına sahip karakterdi. Tabi güç yüzükleri döneminden bahsediyorum. Yoksa Tulkas gibi bir cengaverin varlığından haberdar olduğuma emin olabilirsiniz.

Fight Club'la daha sonraları tanıştım. Önce filmini izlemiştim. Nasıl oldu bilmiyorum. İlginç bir tesadüftü sanırım; ya da sözlüklerin birisinden görmüştüm. Yüzüklerin Efendisi daha çok hayal dünyama hitab ediyordu ve sadece hayal dünyamı değiştirmişti. Ama Fight Club dünyamı değiştirdi.. Nasıl mı?
"Ayy çok güzal bi film, tüketim toplumunu eleştiriyoooaaa" dediğin Fight Club var ya, sadece Starbucks'a ve Ikea'ya gönderme yapmıyor. Fight Club aslında en büyük göndermeyi insanın egosuna ve kibrine yapıyor.
 Ee bu işi nasıl yapıyor bu film?
Uzun uzun açıklamayacağım. Zaten bilen bilir, bilmeyen de araştırsın bir zahmet; michael sikkofield bu işi mükemmel bir şekilde anlatmış.
Yıllarca cemaat yurtlarında kalan birisi olarak
dur dur dur.. bu kurduğum cümleden sonra fazla açıklama yapmayacağım. Malum bu sene üniversiteyi kazandım ve gittiğim şehirde ev ya da özel yurt bulamadığım için cemaat yurduna kaydoldum. Ola ki o yurttan birisi benim bu yazılarımı okursa (ki okur elbet kaçarı yok. meleba şakirt slm nbr cnm?) kalacak yer sıkıntısı yaratmasın.
Cemaatten çok şey öğrendim. Bunu onlarla ilişiğim kalmadığı zaman yazdığım kitapların birisinde anlatıcam tabi. (okuduysan okudun lan nolcak al işte sevmiyorum sizi. erkeksen teker teker gelsene.)

"Hepimiz heba oluyoruz. Lanet olsun, bütün bir nesil benzin pompalıyor, garsonluk yapıyor, ya da beyaz yakalı köle olmuş. Reklamlar yüzünden araba ve kıyafet peşinde. Nefret ettiğimiz işlerde çalışıyor, gereksiz şeyler alıyoruz. Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız. Bir acımız yok, ne büyük savaşı ne de büyük buhranı yaşadık. Bizim savaşımız ruhani bir savaş. Ve bunalımımız kendi hayatlarımız."

'İşte bu abicim işte bu' lafını en içten söylediğim zamandır bu sözü duyduğum an. Hayatımı 30 saniyede açıkladı adam dedim.
Harbiden lanet olsun. Üzerinize afiyet makine mühendisi olacağım tahmin ediyorum. Yani büyük bir kısmı bitti sanırım. Yeni başlıyor da olabilir ama orasına takılmayalım neyse. Sanki dünyayı kurtarmak bana kalıcak arkadaş. Tamamen beyaz yakalı köle olma adayıyım. Olasılıkları geçelim hadi; ilk okula başladığımdan beri gösteriş meraklısıyım. Ama annemin ve babamın çabalarıyla bu merakım kırılma noktasına gelmişti. Tabi ki özel terapi uygulamıyorlardı. Aldıkları maaşlar belliydi ve bunu bilmem yetiyordu. Neyin tribine giriyordum ki? X marka giysem ne olacak, y marka giysem ne olacaktı?
 Ama bu filmi izlediğim anda birşey farketmiştim. Cebindeki para, üstündeki elbise, ayağındaki ayakkabı, kolundaki saat.. Bunlar hep özgürlüğüne karşı senin üzerinde bir yüktü.
Filmin en büyük mesajlarından birisi de en başta veriliyordu; 'tüm umudunu kaybetmek özgürlüktü...'. Neydi şimdi bu?
Bence şuydu o;
 İnsan doğar yaşar, yaşar, yaşar.... ölür. Ee bu insan yaşar derken sadece dağda ot yiyip dereden su içmez elbet. Birşeyler alır, birşeyler giyer, diğerlerine gösteriş yapar, daha fazlasına sahip olur, daha fazla çalışır. Neden çalışır bu adam? Dur anlatayım.
 İşe girdiğimde bana bakan bir ailem vardı ve benim kira, fatura, mutfak gideri vb ödemem gerekmiyordu. Ben de yatırım yapmayı sevmeyen bir insan olduğum için (sevsem şuanda Rockefeller ailesine damat olmuştum) hep harcadım. Yeni elbise aldım, sonra bir tane daha bir tane daha. En iyi yemekleri yiyip, içkileri içmeye başladım. En sonunda bir gün fark ettim ki hayatım bu standartta devam etmeliydi. Malum, üniversiteye de hazırlanıyorsun ya; abandım derslere. Mühendis olup daha çok kazanıp daha çok harcayacaktım.
Dur dedim; nereye dedim. Nereye kadar dedim. İşte bu film sana bunu anlatmak istedi. Sistem; doğ, yaşa, ye, iç, satın al ve öl üzerine kuruluydu. Ve benim en büyük umudum çok paraya sahip olmaktı. Dolayısıyla paranın getirdiği tutsaklığa sahip olacaktım.
 Geleceğim nokta şu; o umudum olmadığı zaman benim için özgürlük demekti. Şuanki yaşam felsefemde 'yarın öleceksin' deseler 3 şeyden sonuncusunu söylerim.
1-Lan haber verdiğin iyi oldu bi boy abdesti alayım.
2-En yakın genelev nerde?
3-Siktir lan.
bak olaya bak. 1 numarada öbür dünyaya yöneliyorum. 2 numarada dünyevî zevklerimi yerine getiriyorum. 3 numara ise; dünyada bir amacım, ümidim yok ki zaten ahirette olsun hesabına giriyorum.
Düşünce doğru mu? tartışılır.  Ama şunu da belirteyim. Bana gelip de yarın öleceksin diyen birinin boynunu kırmaya çalışırım emin olun.

Çok yoruldum ya saat 7 oldu hala uyumadım. Kalanına sonra devam edeceğiz. Kontrol etmeden yayınlıyorum. Ofsayt durumlar için iletişime geçiniz. Editlemeyeceğim; ikinci kısımdan devam ederim.

Adalet

 Baştan belirteyim. İçinde Allah korkusu taşıyan bir insanım. Popülarite için satacağım son şey inancımdır.
'Ama' ..bla bla bla... falan demeyeceğim bu sefer. Koşulsuz şartsız inanıyorum Allah'a..
İsyanım sadece bu insanları bu hale sokan diğer insanlara.
Haberi yeni gördüm; halbuki olay geçeli 1 sene oluyor.
'iftarda yemek bulamadığı için kendini asan baba'
Diyecek birşey bulamadım. Boğazım düğümlendi adeta. Az önce fırına giderken terliğimin sesi ile uyanan evsiz kafasını kaldırıp bana doğru bakmıştı. Aklî dengesi yerinde değildi tamam. Ama bu onun yemek yemeye, ısınmaya ve uyumaya ihtiyacı olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Fırından dönerken yüzünde oluşturduğum o gülümsemeyi dünyadaki hiçbir kızın zevkten ya da ruhundaki orospunun dürtüsünden dolayı oluşan gülümsemeye değişmem.
 Bunu da geçtim, ben ailemin 'orta gelirli' saydığı düşük gelirli bir ailenin çocuğuydum. Karnım toktu Allah'a şükür, ama hep birşeyler eksikti. Ta ki büyüyüp fakirlik neymiş tam olarak anlayana kadar. Bu bahsettiğim anılar da şuanda bu ortamda ziyan edilmeyecek kadar değerliler.
 Evet yani açlığın ne anlama geldiğini biliyorum. Kendi komşum aç yatarken sınır ötesindekiyle de ilgilenmem ama sanmayın ki 'amerikanın ingilterenin yediği b.kları biz temizliyoruz' diyerek Somali'ye yardımları küçümsüyenlerden birisiyim.
 Yerin dibine batsın sosyalizminiz de komünizminiz de.. Önce gözünü açacaksın tamam, ama gördüğün her muhtaca sırt çevirip de gelip bana gelir eşitliğinden, sınıf farkının kalkmasından, x kişinin arabasındaki hakkından bahsetmeyeceksin. İnsanımızın; daha doğrusu insanlığımızın bu kadar düşeceğini hiç düşünmemiştim.
Dur dur dur.. tamam siyaset yapmayacağım burada. Konuyu şuraya bağlayarak bitireyim. Aslında yazmak istediğim çok şey var bu konuda.. Ama malum sebepler dolayısıyla yazamıyorum.
 Televizyonda gördüğüm her oyuncak reklamına lanet ediyorum. Zamane piçleri akülü arabalarla, konuşan oyuncaklarla oynarken benim geçmişim gözümün önüne geliyor. Köyde büyüdüm sayılır. Her yaz 4 ay kadar kalırdık orada. Gerçi şehirdeki evimiz de oyuncak dünyası değildi ama yaylada doğanın, maddî imkanların bize sunduklarıyla ve yeteneklerimizi kullanarak yaptığımız oyuncaklarla oynardık. Ucuna ip bağlanmış tahta parçalarını araba diye çekiştirir, çam kozalaklarından ve tahta parçalarından kendimize ağıllar yapıp kozalaklar koyunmuş gibi oynardık.  Şimdi 5 yaşında veletler oyuncak helikopterler uçuruyor. Bizim zamanımızda da vardı kumandalı arabalar falan. Ama alamıyorduk. Şimdi yokmu hala tozun toprağın içinde oynayan? Doğuda, karadenizde hala tahta parçasına ip bağlayıp araba diye çeken çocuklar yok mu?
Onu da geçtim hadi örnekleri hafifleştireyim dedim ama yine ağır konuya geleceğim. Kaç çocuk babası eve ekmek getireceği için saatlerce aç bekliyor haberiniz var mı? Dolapları sizinki gibi dolu değil onların biliyor musunuz. Kaç tane baba çocuğuna ekmek süt götürebilmek için günlüğü 20 liraya sırtında iple bütün gün hamallık yapıyor ya da tersanelerde, maden ocaklarında gün ışığı görmeden, zor koşullar altında çalışıyor biliyor musunuz.
Ve kaç baba sırf keyfi için çocuğuna gemiler, lüks arabalar, konutlar alıyor? Eskiden hep şunu derdim; ey fani dünya, zengine gösterdiğin yüzünü fakire göstermedin ya adaletini sikeyim. O alınan lüks arabalarda, evlerde kaç tane çocuğun hakkı var acaba? Kaç tane babanın evine ekmek götüremediği için odaya çekilip döktüğü gözyaşları var?
Tamam fakir fukaranın ağzına vurup ekmeğini alanın götüne lüks arabaları girebilir. Ama sen hiç dönüp ihtiyaç sahibi birisi ile ekmeğinin yarısını paylaştın mı? Ona sadece insan olduğu için hiç değer verdin mi? Sokakta tinerci ya da evsiz gördüğün zaman iğrenerek bakma işini çok iyi yapıyorsun. O çocuk o hale nasıl düştü aklından hiç geçirdin mi? Kurtulması için ya da en azından karnının doyması için en ufak bir hareketin; onu da geçtim bir düşüncen oldu mu? Suçluyu çok da uzakta aramaya gerek yok aslında. Bir kömüre bir paket pirince sattınız ülkeyi demiyorum size. satanları uyarmadınız, ya da uyardınız da cevap alamadınız. Ama şunu iyi biliyorum ki kitleleri peşinizden sürükleyecek cesaret hiçbirinizde yok. Nerden mi biliyorum? Daha tanımadığı ama muhtaç birisiyle muhatap bile olmayan adam tanımadığı birisinin görüşlerini değiştirmeye çalışacak ha? Güldürmeyin beni şu üzüldüğüm zamanlarda.
 Burada olmasa da adaletin, inandığımız diğer dünyada yer bulması temennisiyle. Gemilerin yatların katların götlerine girmesinden duyacağı acıları değil, çocukları aç olduğu için kendini asan babanın duyduğu acıyı hissetmelerini istiyorum sadece.

Size bir sabah uyandığımda nasıl kendimi bir böceğe dönüşmüş bulduğumu anlatırdım, ama vaktim yok.

İyi sanatçılar taklit eder, büyükleri ise araklar demiş Steve Jobs abimiz. Haklıdır ya da haksızdır umrumda değil. 
Şuan benim için senin davranışlarının onun bunun şunun davranışlarının taklidi ya da arağı olması önemli değil. Her çocuk büyürken bir kimlik edinmeye çalışır. Ergenlik dönemi denen bu sancılı zamanlarda örnek aldığımız, model belirlediklerimiz vardır.  İzlediğin bir filmden, hayranı olduğun sporcudan, pop stardan yada rock yıldızından esinlenirsin. Esinlenirsin diyorum; hiçbir zaman o olamazsın çünkü. Hep şu vardır; ''şu adamın yerinde olsam keşke''..
 Olma demiyorum, okulunu oku yine hobi olarak ol diyerek espri yapmaya çalışmayacağım bu sefer. Bir gerçeği biliyorum. Biz eşsiz kar taneleri olmadığımız gibi birbirimizin aynısı da değiliz, olamayız. Kafa yapısı en yakın iki insanın bile ayrım yaşayacağı noktalar olacaktır elbet.
 Konuya dönelim, varmış gibi. Büyürken model edindiklerimiz hep bize mükemmel gözükürler. İzlediğimiz filmlerdeki karakterler hep en iyisidir. Arka yüzünü bilmeyiz. Evinden sabah çıkar, tüm dünyayı kurtarır ve evine döner.  Bazılarında ise kahramanın hayatı size olduğu gibi empoze edilir. Yani f marka arabayı kullanır, n marka ayakkabı giyer, b marka telefonla konuşup a marka bilgisayar ile internete girer. Düzenli bir hayatı olan kahramanların da (kahraman derken; illa uçup hoplayıp zıplayıp binaların üstünden atlayıp kızı ve günü kurtaranları demiyorum. Herhangi bir filmin başrol oyuncusu olabilir bu.) kullandıkları markalar bellidir. Hayatlar düzenli, saçlar fönlü, yüzlerde tek bir sivilce dahi yoktur. Gözler parlaktır ve torbasız gözkapakları vardır. 
  Her film bize bir ana fikri empoze eder. Bunu zaten söylemiştim. Şöyle ya da böyle yaşayacağınıza siz karar verirsiniz. O karakteri örnek alabilirsiniz, ama hiçbir zaman unutmayın ki hayat filminin başrol oyuncusu da senaristi de sizlersiniz. Ve filmin gişe yapması özgün olmasına da bağlıdır. Özenti bir filmle gişe yapamazsınız.

Yine çok saçmaladım. Kendi hayat filminizde bir sahne ayırdınız bana. Teşekkür ederim. Son tavsiyem ise bu sözlere kulak vermeniz.



Ayrılık..

  Çok ... konular seçiyorum biliyorum. Bu arada noktalı yere gelecek cümle dilimin ucunda ama çıkmıyor.
Ayrılığın türleri vardır. Birisi zorunlu olarak, diğeri gönüllü olarak.
  Aklınıza hemen aşk sevgi zıvırları gelmesin. Üniversiteyi düşünebilirsin ilk olarak mesela. Ailenden uzak bir şehirde okuyacaksan ayrılık zorunludur senin için. Bir de askerlik var orası ayrı.
 Gönüllü ayrılığa tanım yada örneğim yok. Niye ortaya attığımı da bilmiyorum. Evet; noktalı yere gelecek kelime de 'klişe' idi. Bu kadar uğraşmaya değecek bir kelime değil ama idare ederiz artık.
 Konudan uzaklaşmayalım. Ayrılık üzücü birşeydir.  Bende iyice ilkokuldaki kompozisyonlara cevirdim burayı. Düzgünce yazmaya başlıyorum artık.

 Hayatına giren her bir nesne ya da birey senden bir parça alır ya da sana bir parça ekler. Yani senin hayatına ortak olmuştur artık. Ne kadar sevmesen de görmezden gelsen de o seninle etkileşime girdiği andan itibaren hayatında bir parçadır. Ayrıldığınızda ise o parça da senden kopar gider diyerek klişe girişimi devam ettirmeyeceğim.
 Eeh yeter bu kadar resmiyet. Samimi olacağım. Hayatıma bir sürü kız girdi. Beklenmedik şekilde olanlar da oldu, peşinden aylarca koştuğum da. Sevmiyormuş gibi göründüm hep, ki tercihim buydu yada değildi; şu yaşadığım an için önemli bir detay değil zaten. Ben büyük göğüslü hatun seviyorsam bütün büyük göğüslü hatunlar o zaman benim için aynıydı. Bundan kaynaklanmış da olabilir ya neyse.
 .
 .
 .
 Bu araya haftalarca cümlelerden kaleler, şehirler inşa edebilirim. Kendimi savunmak istesem senaryomu evde kendim yazıp ayna karşısında oynardım. Buraya gecenin bu saatinde içimi dökmeye geldim.
...
Bir söz vardı kimin bilmiyorum ama şöyle birşeydi hatırlıyorum;
''Tam unuttum derken bir şey olur; Bir şarkı çalar, biri onun gibi güler, birisi parfümünü sıkıp onun gibi kokar ve insanın tüm unuttuğu boşa gider..''


Sözün doğruluğunu tartışmak bana düşmez. Ama kimse onun gibi gülmüyor, kimse onun gibi kokmuyor. Kimse onu bana hatırlatmıyor. O; aklıma sadece yalnız kaldığımda, kendimi bir bütün gibi hissetmeye çalıştığımda, canım yalnızlıktan çok sıkıldığında geliyor.




Canım sıkıldı. Sonra yazıya devam ederim. Chuck başlamış gidip izleyeyim. Görüşürük.

Yalnızlık

Ergenler gibi yalnızlığa methiyeler yada yergiler düzmeyeceğim. Sadece çamaşır bulaşık zor gerisi idare ediyor. 3 gündür falan sosis kaynattığım salçalı su zift gibi oldu değiştirmem gerekiyor sanırım.

Blind Guardian dinliyorum. Çok hoşuma gitti şarkıları. Orta dünya manyağı birisine fazlaca etki yaratıyor.


Çok güzel ve dinlendirici değil mi? 3 dakikaya sığdırılabilen mucizelerden birisi daha.

Ben yavaş adımlarla bu dünyadan ayrılırken kulaklarımda çınlamasını istediğim melodilerden birisi de bu artık. Liste bayağı uzun ama yavaş adımlar dedik zaten acelemiz yok; o kadar sene çekmişiz dünyanın derdini tasasını, birkaç dakika daha sürebiliriz sefasını elbet.








Her neyse artık bize ayrılan sürenin sonuna gelmiş bulunmaktayız. 
Aslında süre falan yok kafama göre ayarlıyom ben onu. Karizmatik bir son olsun istemiştim. Çok şey istemişim bak beceremedim.
Allağaamanadolun.

İnsanları 2 şey yıkar; biri su, diğeri sabun.

Başlıklar yazıyla alakasız oluyor benim yazılarımda genelde. İnsanı başlığın ahengine kaptırıp esir etmek bana ters geliyor...

Evet tam bir edebiyatçı girişi yaptım. Konumuza dönelim.
Sabun; medeniyetin tartışılmaz ölçüsü.. Siz bunu zaten meşhur David Fincher filminden biliyorsunuz. Hani şu Brad Pitt'in oynadığı.. Heh dilinin ucunda işte.

Konuyu nereye bağlayacağım bilmiyorum. Biraz böyle devam edelim belki açılırız..

Uzun süredir balıklarımdan ayrıyım. Annem komşularımızdan birisine onlara yem vermesini söylemiş. Ben dönene kadar 300 kadar olurlar sanırım.
Buralar inanılmaz sıkıcı. İnternet olmasa hayat çekilmez.

Bu blog işini kıvıramadım sanırım. Ama caymak yok. 

Bosluk falan

2 gündür bloga yazıyorum (dün yazdım bugün de bunu yazacağım 2 gündür bloga yazıyorum olacak işte küçük hesapların peşindeyim evet).

Bir gece ansızın kendimi shift+enter tuş kombinasyonuyla şehvetle sevişirken bulacağım sanırım.

Bugün balık falan tutmaya gittik güzel yerler gördüm. Resimlerini paylaşırım.

Bloga ısınmaya başladım.

Uzun uzun yazarım belki. Ya da Emrah Ablak'ın günlük tutma sistemini (bugün biraz daha aynı yere gezdik, akşam yeşil s.çtım falan) benimserim.

Yeşili ben sıçmadım.

Shiftin hafiften gideri var da enteri beğenmiyorum.

Sigara dumanından halka yapmadan geçen günleri yaşadım saymıyorum.

Hadi özleşiriz.

Günlük

İlkokul'dan beri günlük tutuyorum.


Hala tutuyorum.


Neyse fazla uzatmayacağım.

Blog işini beceremiyorum.
Allah belamı versin.
Ara sıra yazarım.
Gudbay.

İlgi ilgi ilgi.

Bloglarla ilgilenemiyorum arkadaş. 3. blogum bu. Tamam milyonlar tarafından takip edilmeyi de beklemiyorum lady gaga değilim. Takiplerin sonradan geleceğini de biliyorum ama olmuyor işte olmuyor. Bir türlü blog işine ısınamadım. Not defterimi de buldum ama içinde yazmaya değer birşey yok. Size kafam iyiyken karaladığım 3-5 satırla gelmek istemiyorum.
Neyse şimdi pilav yapmam gerek sonra görüşeceğiz. (chinaski styla.)

Benim için büyük, halkımız için ufak bir sorun sanırım.

Bu ülkede lise mezunu milletvekili olabilirken bankada güvenlik görevlisi olamıyor. Aynı ülkede mühendisler bakkal, tekel bayi işletirken bu ülkede köprüyü binayı japonlar yapıyor ve aynı ülkede halkın % 9,7'si işsizken adamın biri çıkıp 'her işveren bir kişi alsa işsizlik sorunu çözülür' diyor. Aynı adam 'her üniversiteyi bitiren iş bulacak diye kural yok' da diyor. Yine bu adam gidip şirketlerimizi yabancıya satıyor. Yandaşları hariç bir kişiyi istihdam ettiği görülmüyor. Parasızlıktan böbreğini satan köylüye 'burası sakatatçı değil' diyor. Bu adam sözde ülke yönetiyor. Aslında yaptığı iş koyun gütmek. Halk özgün iradesi ile cıkıp 'dur' da demediğine ve herhangi bir şahıs tek başına 'dur' diyemeyeceğine göre durmak yok yola devam. Nasıl olsa park yapıyorlar. Başlıkta belirttiğim gibi. Halkımız için ufak sorunlar bunlar. Gerek yok sıkıntı yapmaya. Bu milletin bi 5 senelik daha dermanı var sanıyorum. Ne zorluklar çektiklerini söylüyorlar. Sanırım pek rahat yüzü görmemiş halkımız için bunlar sivrisinek saz geliyor.
İşte ben böyle bir ülkede yaşıyorum dostlarım. Her nerde yaşıyor ve yaşatılmaya çalışılıyorsak; bol şans.