Sayfalar

Köy Yaşamı Üzerine

 Gençler görüyorum. Hallerinden olabildiğince memnun görünmeye çalışıyorlar. Oysa boyunlarına bağlı olan zincirin ucunun biraz gevşeyebildiğini farketse hemen dağa, nehire kaçacaklar.
 İnsanlar görüyorum. Zamanında memleketlerini bırakıp gelmişler. Emekliliğini altında geçirecek bir ağaç dalı arayarak ziyan ediyorlar.
 Çocuklar görüyorum. İnternet ve play station kafelerden çıkmıyorlar. Onlar çoktan sistemin kölesi olmuşlar. Doğa'nın verdiği hazdan bihaberler.
 4 yaşımdan beri her yaz ayını köylerde geçiririm. Sabit bir köy yok büyüdüğümden beri benim için. Marmara olur, ege olur, karadeniz olur.. Herhangi birisinde bir köy bulurum kendime. Karadenizi severim oralı olduğumdan ötürü. Vazgeçilmezlerimden birisidir benim. Şehirde aylarca kıvranıp bulamadığım huzuru orada bulurum. Kimliğim önemli değildir o günlerde. Ne iş yapıyorsun, nerden gelip nereye gidiyorsun diye soran yok. Herkes kendi hayatının peşinde. Benim hayatım ise ben betonarmeyi terk ederken terketmiş beni. Hiçbirşey düşünmüyorum akşam ne yiyeceğimden başka. Temiz havasını solumaktan başka zarar vermiyorum doğaya.
Küçükken sadece karadenize giderdik. Köyümüz Giresun'da; yaylamız ise Alucra yakınında, Erzincan sınırındaydı. Oraya gitmeyi hep iple çekerdim. Çünkü orası benim için hobbitköy ''Shire''dı. Nasıl mıydı yaylamız? Anlatsın gelin size küçüklüğüm.
Televizyon yok yaylamızda. Daha doğrusu elektrik yok. Dağların çepeçevre sardığı bir dağın yamacına kurulu. İnsanı temiz, çocukları saf ve her daim neşeli.
Anlatmakla olmaz aslında en iyisi görselden faydalanmak.  İşte bu videodaki bizim yaylamız. Bakmayın yeni yapılan betonlara; benim kaldığım evde biz uyurken rüzgar vurur tahtaların arasından tir tir titretir bizi sabah uykusunda.
 Demiştim ya insanları saf ve temiz diye.. Tesadüf eseri şu videoyu buldum. Arkada görünen evlerden ilki bizimkisiydi :) Tarih de uzak değil, türküyü söyleyen çocuk beraber büyüdüklerimden birisi. İdristi adı. Abisi de Aykut'tu. Çocukken geçirdiği hastalıktan dolayı kafası pek yerinde değildi. Hangimizin kafası yerindeki zaten? Sabahları obanın tüm ineklerini karşı dağdaki ormanın başına kadar beraber götürürdük. O zaman da türkü söyleye söyleye giderdi hep :).
 Köyü değil de her sene yaylayı özlemeye başlıyorum yılbaşından. Orada bulduğum huzuru hiçbir yerde bulamıyorum. Biraz temiz hava, biraz adrenalin, biraz sağlık ve biraz daha sağlık. Ormanda çam sakızı, mantar ve kekik toplamanın verdiği hazzı hiçbirşey vermiyor bana. Orası oldukça serbest bir yer. Dağda olduğu için jandarma ilgileniyor. Daha doğrusu öyle gözüküyor. En yakın jandarma karakolu yaklaşık 20 km mesafede. Cami karşı dağdaki obada. Cuma günleri bir saatlik bir yol yürünüyor camiye gidebilmek için. Ekmek zaten evlerde 'kuzine' denen portatif fırınlı sobalarda pişiyor. Şeker, çay gibi ihtiyaçlar giderken götürülüyor. Haftada 1 karşı obada pazar kuruluyor. Kalan ihtiyaçlar oradan gideriliyor. Çekilen videolar gerçekten çok yeni. Eskiden koca obada sadece 1 kişinin minibüsü bulunurken şimdi evlerin önünden yol geçmekte ve çoğu kişinin şahsî arabası kapısının önünde durmakta.
 Ama hala oraların tadı olduğuna inanıyorum. Küçükken karşı dağdaki derelerin birleştiği yerde yaptığımız ufak çaplı gölde sabahin 7 sinde buz gibi suya girerdik. Çıktıktan sonra ormanın girişine gelip inekleri toparlardık. Onlar açıklıkta yayılmaya (ot toplama işlevi. lise biyoloji dersinde gördünüz ya hani. memeliler önce otları bütün olarak yutup işkembede toplar. işte bu işleme 'yayılmak' deniyor orda.) başlar biz ise ormana doğru yola koyulurduk. Yaşlar küçük olduğu için yanımıza balta gibi büyük aletler vermezlerdi. Çakılarımızla çam ağaçlarının 'sertleşmiş' reçinelerini ve başkalaşım geçiren reçinelerden oluşan 'sakızlarını' toplardık. Babamlar daha iyi bir renk alması için sütle karıştırıyorlarmış ve kavuruyorlarmış, ben hiç sevemedim o yöntemi.
 Sakız işlemi sürerken çam torflarının altında büyük beyaz mantarlar olurdu. Yaşlıların uğruna sırtında sepetle bütün ormanı gezdiği bunlardır işte. Bizim bir işimize yaramazdı ya; ya çakılarımızla kesip parçalar ya da bayırdan aşağı yuvarlardık. 'Ula gavurun dölleri ne ediysunuz' diye bir ses gelirdi genelde arkadan. Yaylanın en atik yaşlılarından birisi kekik ya da dağ çayı toplamaya çıkmış ve bizim mantar katliamımızı görmüş olmalıydı. Hemen uzardık oradan.
 Acıkınca yanımızda getirdiğimiz ekmekle peynir, domatesi yerdik. Su almak için kabımız olmadığından bulduğumuz su kaynağından içerdik. O da olmazsa ne duruyor Fatma Nine'nin ala cicikli keçisi!. Buradan sonrası iğrendirici işte. Kızlar okumaya devam edebilsin diye ayrıntıları vermiyorum.
 Karınları doyurduk ya; sıra oyuna geldi. Tabi İdris'te sabahtan beri türküler başa sarıyor. Bildiği sayılı parçayı defalarca söylemiş zaten. Motorunu soğumaya bırakıyoruz. Bu işe çok küçükken başladığım için daha öncesini hatırlamıyorum. Ama 5-6 tane çocuğu yanında yetişkin olmadan çobanlık yapmaya salarsan yapacağı birşey yoktur. O çocuk torpil patlatacak; kaçarı yoktur.
 Taze inek tezeğinin içine sıkıştırılan torpil özenle yakılır ve hızlı şekilde uzaklaşılır. Adını bilmediğim kırmızı yanaklı ninenin sarıkız'ı en çok nasibini alandır bu işte. Daha dün arap sabunuyla yıkadığı ineği taze tezeğe bulanmış haldedir.
 Böyle uğraşlarla yavaş yavaş güneşi üzerimizde kaydırırız. Zamanı gelip de güneş en batıdaki o tepenin üzerinde son kez bize doğru gülümsediğinde geri dönme zamanı gelmiş demektir. Büyük bir telaş başlar artık. İneklerin hepsi farklı bir yerdedir. Bağıra çağıra toplanan inekler öne katılır ve obaya yola koyulunur.
 Bizi bekleyen sabah sağılıp pişip kaymağı yayıkla yağ yapmak için ayrılmış bir tas süt bulunur hep. Yanında da azıcık mısır ekmeği, istersen bir dilim peynir. Biliyorum Heidi hikayesi de böyleydi. Ama aynısını yaşadım işte. İsterseniz bir gün sizi de götürüp tek tek bu dediklerimi yaşatarak gezdirebilirim yaylayı.
 Dağ çileği vardır orada; şenliklerin en büyüğüdür. Ufak, kapkara bir boncuk tanesini andırır. Dağda ağaçsız kısımda bulunur. Bir karış boyunda bir çalısı vardır. Bir çalıda 20-30 arası çilek bulunur. Tadı eşsizdir ve insanın elbisesinde değdiği yerde koyu mor lekeler bırakır. Google'da bulabileceğiniz türden birşey değildir bu. Diğer bitki ve çiçek türleri gibi. Şehirdeki en kral çiçekçideki 'aşk merdiveni' burada 'güllük'tür. Eğrelti otundan bahsediyordum.
 Geceler çok ayrıdır orada. Evler 2 katlıdır. Alt katta inekler, üst katta insanlar kalır. Sadece tahtadan oluştuğu için yer yer delikler vardır. İnekleri görmeye çalışırız aralardan. Gece karanlığına karşı çıkan iki şey vardır. Birisi bulutsuz havalardaki ayın ışıltısı; diğeri ise gaz lambası. Zaten hava karardıktan sonra çok oturulmaz; yemek yenir, yaşlıların yatsı namazını kılması beklenirdi. Günün ilk ışıklarında kalkılırdı çünkü. Yarın yine aynı yorucu serüven başlayacak, inekler ağıldan çıkıp karşı dağdaki ormanın başına sürülecekti...



İşte böyleydi benim yayladaki sıradan bir günüm. Çok sıradan olduğuna bakmayın; 12 saate yakın dağlarda gezerdik. Elbet daha fazla şey yapmışızdır ama küçüklüğümden kalan tatlı anılar bunlar sadece. Bir de köyüm var. 2 hafta önce gittim daha. Köydeki evimiz şuna benziyor; hatta ta kendisi.















...
 Şimdiki çocuklar gerçekten çok şanslı. Biz o zamanlarda tahtanın ucuna bağlayıp çekerek araba yapacak ip bulamazken şimdikiler kumandalı arabaları beğenmemekte.

Beğeni gelirse devamı gelecektir.

1 yorum: