Sayfalar

Kumralım


                                          



 Birkaç yaz önceydi. Haa dur hatırladım. Üniversiteye başladığım yaz tatiliydi. Bu sefer olay yeri İstanbul. Evde tek başımayım triplerinde; sabah 9'da dükkan açıp gece 12 de eve dönüyorum. Ne yalnızlık ama değil mi! Bir de petshopta çalışıyorum; 2 katlı bir yerden ben sorumluyum. İşin deneyimi mi diyeyim kaşarlığı mı artık siz seçin. Her sabah kedi köpek boku temizleyip akvaryumlara yem atmaktan artık cılkım çıkmış ki hayatımda en çok zevk aldığım şey bir hayvanla ilgilenmekti.

 Ama bir hayvanla; bir dükkan dolusu değil. Patronun işsiz emekli ihtiyar huysuz orospu çocuğu babası da her sabah benden önce gelir; dükkanın karşısındaki kahveye oturur oralet içip benim dükkanı açmamı beklerdi. Amına koduğum moruğu da oraletten başka bok içmezdi. Oralet deyip geçme; bağımlısı başka birşey içmez yani o keyfi almaz. Neyse; ne bok içiyorsa içsin o; ilk günden fırçasını çektiğim için pek karışamazdı ama gözlerinde o amcıklığı görüyordum yani. Zaten liseyi bitireli 1 sene geçmiş, üzerimden harp okulu depresyonunu yeni atmıştım. Yaşıtlarım teker teker askere giderken ben bir sene daha hazırlanmıştım. Sınava girdiğim hafta başladım işe. Patron 'atarız birşeyler merak etme' gibi samimi bir maaş teklifinde bulunduktan sonra kaçıramazdım da tabi. Ben nerden bileyim petshopta sadece hayvan satılmadığını. Her sabah dükkanı açar açmaz müşterim 6-7 yaşlarında bir ufaklık olurdu. Bu şapşiğin bir tane kedisi vardı. Ama öyle evde bakılandan değil. Bildiğin herif almış sokak kedisini yavruyken kendine alıştırmış. 'Lan ben  6-7 yaşımda ana sütü emiyordum hayvan senin neyine' derdim her seferinde ama kocaman gülümserdi ve 'olsun ben besliceeem' derdi. Ya tamam iyi güzel besle de her sabah da gelip 50 kuruşluk kedi maması almaya çalışmak neden? Sonra sonra anladım ki çocuk babasından alabildiği tüm harçlığı kediye yatırıyormuş. Aradan bir ay geçince zaten kedinin aşısını falan ben yaptım çocukcağız hastalıktan ölen kedisi için bir de bana ağlamasın diye. 2. Ayında kedinin boynuna çamaşır ipi bağlayıp sokaklarda gezdirmeye bile başlamıştı.

 Neyse; geri kalan tipik müşterilerdi işte. 'Balığım öldü sizden almıştım neden yhaa' diyen ergenlere yeni balık satmıyordum artık. Ben 100 kere 'musluk suyu koyma, su sıcaklığını kontrol et' derken caanım japonu buz gibi suyun içine boca ettiğini biliyordum. Japon balıkları soğuk suda yaşayabilir ama İstanbulda çeşmeden akan o kireçli buz gibi suda fok balığı bile yaşayamazdı yani. Tatlısıyla acısıyla birkaç haftadan sonra işime de alışmış, düzenimi kurmuştum. Perşembe günleri tatilimdi ama her seferinde öğleden sonraları patron arayıp 'az işim çıktı dükkanın başında dursana' derdi ve geceye kadar gelmezdi. Ben de kapatana kadar takılır, yandaki berberle tüm gün muhabbet ederdim. Fazla mesai parası aldığım da yoktu; apaçık işsizliğimden duruyordum yani dükkanda. Günler böyle geçip giderken artık sıkılmaya başlamıştım. Her gün aynı şeyleri yapmak iyice kafayı yedirecekti bana en sonunda.
 Yine bir perşembe günü patron çağırdı dükkana. Bende evde işsizlikten öldüğüm için koşa koşa gittim. İzin günümdeyim ya; biraz çeki düzen vermiştim üzerime evde otururken. Zaten bütün gün köpek boku temizleyen adamdım; evde televizyon izlerken jöle sürmeliydim tabiki. Çünkü bir kız eli tutmayalı 1 sene olmuş; en son sevgilimin resmini odamın duvarına asmış her gün 1 kurşun sıkar durumdaydım. 1 sene boyunca sadece hayatıma girecek olana saygımdan dolayı bir ilişki yaşayamamıştım. Çünkü unutamamış; hala üzerimden olayın ağırlığını atamamıştım. Ama birşeylerin değişmesi gerekiyordu. Ve değişecekti de.

 Dükkandan içeri girdiğimde patronun yanında benim boylarımda; kumral saçlı bir kız vardı. Cam tezgahın üzerinde karşılıklı durmuş ve hayvanların aşılarını inceliyorlardı. Yüzünü göremediğimden dolayı müşteri falandır diye pek ilgilenmeden patrona selam verip arka tarafa doğru yöneldim. Kendime bir kahve koyup patronun 'biraz işim var dükkanda takılsana' demesini bekleyecektim.

 Dediğim gibi de oldu. Kupamı doldurup geri geldiğimde patron toparlanmış; her perşembe duyduğum sözleri yine sarf etmek için bana dönmüştü. Gülümsedim ve söylemesine fırsat vermeden 'tamam abi sıkıntı yok' dedim. 'Bu arada bu Gizem benim yeğen' dedi. Patron da gülümsedi ve gitti. Buradan sonrası için biraz günlüğümden yardım alabilirim aslında. Çünkü o zamanlar Sherlock Holmes okur ve çözümlemecilik oynamayı çok severdim.

 Cam tezgahın başındaki kıza doğru yöneldim. Kumral saçları omzunun biraz aşağısındaydı. Zamanında yaptığım anlatım hatasına bak; en iyisi günlükten okuyup yorumlayayım ben. Kumral saçları omzunun biraz aşağı hizasına geliyordu. Dış görünüşüne bakarak yaz tatilinden yeni dönmüş bir lise öğrencisiydi kısacası. Daha da yaklaştığımda koyu yeşil gözler ve mükemmel güzellikte bir surat beni karşıladı. İçimden 'biraz daha açık yeşiline mi takıntılıydım yani bu gözlerin ben' diye geçirdim. Yüz hatları çok tanıdık gibiydi. Çünkü gülümsüyordu. Ve bütün gülümseyen insanlar tanıdık gibilerdi benim için. İçtendi bakışları. İçimdeki 1 senedir yaşayan abaza hayvanı tutmalıydım. Hemen o anda ergenliğin getirdiği ateşle dudaklarına yapışabilirdim. O kadar güzel duruyordu ki insan bunu sikmeye kıyamaz lan diye düşündüm. Tabi o zamanlar evdeki üçlü prize bile kerkinebilecek olan bünyemin hayvanlığını zor bastırıyordum.

 Toplasan 5 adım attım yanına kadar. Fakat o kadar zamanda içimde fırtınalar koptu, tsunamiler sahil kesimlerindeki insanları evsiz bıraktı. Birkaç sahil kasabasını tahliye ettikten sonra yanına gelebildim. Şimdi daha yakından inceliyordum; fakat biraz daha konuşmazsam spastik gibi görüneceğime emindim. Olsun; spastik sansın dedim. Çünkü konuşmadan saatlerce izleyebilirdim o suratı. Pürüzsüz bir cilt, makyajsız halde belirgin kirpikler, kıpkırmızı dudaklar ve yemyeşil gözler. Hani oturduğu sandalyenin karşısına 3 katlı otel diker; manzaralı diye ona bakan odalarını 3 katı fiyata kiralardım. Patronun kızına yazmamıştım daha fakat bu benim için kaçırılmaz fırsat olabilirdi.
Birkaç saniye daha inceledikten sonra içimdeki hayvanın da sustuğuna emin olarak 'Melaba' diyebildim. Doğru düzgün selam bile veremediğim patronun yeğeni hikayesi benim için çoktan bitmişti yani. İçimde nasıl fırtınaların koptuğu ilk kelimemden ortaya çıkmış olmalı ki katıla katıla gülmeye başladı. Bense salak salak sırıtıyordum her zaman beğendiğim bir kızın yanında yaptığım gibi. 'Kedim için aşı bakıyordum da' dedi o karşısına tabure çekip seyretmelik gülümsemesini durdurarak. Ama hala gözlerinin içiyle gülüyordu. Dalga geçmek için olmadığına kanaat getirmiştim çünkü çok tatlı bakıyordu hala.

 'Kaç aylık' diyerek olaya direk bilimsel yaklaştım. Sonuçta karşımda bizim gibi default settings ile kurulumu yapılan bir varlık yoktu. Belli ki bizi crack atmadan yollayan yaratıcı onun üzerinde birkaç gün çalışmış, eksiğini gediğini tamamlamış, yamalarını indirmiş, crack dosyalarını yükleyip yollamıştı. Anlayacağın bizim gibi next next finish işi değildi. Yani bir erkek bir dişi ve bir yatak deneyinde bu kadar güzel bir sonuç nadir çıkabilirdi. Durduğum yerden sırıtarak anca bir komodo ejderini ya da tropikal bir papağanı tavlayabilirdim. Olaya hakim duruşum onu da etkilememiş olacak ki 'kedi işte ne bileyim bayağı oldu yaa' dedi. Onun da kafasında sorular olduğu çok açıktı. Acaba kafamdaki yarım kilo jöleye mi yatırım yapılabilirdi; başka bir yerime mi? Oturup izlenecek bir manzaram bile yoktu yani onun gibi. En azından eve gittiğimde çökmeli kalkmalı Sivas halayı çekebileceğim bir konumda çıkmalıydım muhabbetin içinden. İçimdeki hayvanın kibar tarafını dışa denk getirecek şekilde kafesini açtım. Bundan gerisini zaten kanın ben istemeden toplandığı 2. beynimle düşünerek yaşayacaktım.

 'Gözlerin çok güzel Gizem' dedim. Birden ağzımdan çıktı öyle. Ki bu herif senelerdir daha güzelini seyretmiş ve bir kere bunu söylememişti. Yine bir gülümseme ve benim hayali müteahhitlik çalışmalarım. Bu sefer ağzımdan yanlış bir harf çıkmamıştı. Belki de bu kadar cesur olabilmeme şaşırmıştı. Ne yani; bu kadar güzel gülüşüm olsa ben de tüm duygularımı gülümseyerek belli ederdim.

 We are the warriors to build this town.


 Neyse yine ömrüme birkaç ay daha katan birkaç saniyelik gülüşünden sonra 'Teşekkür ederim' dedi. Kedisinin aşısı sikimde olmadığından ses tonuna yeni dikkat etme fırsatı bulmuştum. Sanki her sabah kuşlarla beraber en güzel şarkıları o söylüyormuş gibi gelmişti kulağıma. Yine tanıdık. Biraz daha kurcalayıp akrabam çıkmasından çekinmeye başladım ve içimdeki hayvanı tamamen dışarı çıkarmaya karar verdim. Çünkü şu andaki halimle hayatta (olayın üzerinden 4 sene geçti) 'gözlerin çok güzel' cümlesine karşılık gelen 'teşekkür ederim' cevabının üzerine muhabbet açamam. Ama o zaman içimdeki 10 Haarp silahı gücündeki hayvan çıkıp 'Sesini duymadan önceydi bu tabi' dedi.


 Hala adımı söylememiştim. Ve en yakında söylemeliydim çünkü tanışma faslında adını da söyleyecek ve ben isminin her bir harfine methiyeler düzme evresindeydim. Direk olaya girip ismimi söyledim. Sıkılmışa benzemiyordu; 'teşekkür ederim' ler ve benim her seferinde 'senin ağzını yiyerim ben' diye iç geçirmelerimle sohbetimiz devam ediyordu. İçimdeki hayvan hevesini almıştı; sıra bendeydi. Pire torbasının aşısını falan halledip verdikten sonra 'kendin yapamazsan bana getir ben yaparım' deyip yolladım. Tabi daha eve varamadan Gizem dükkandan çıkar çıkmaz bilgisayardan 'Gerdana gül dizerler' yazarak arattığım Nurettin Bay'ın 'Güzeller' parçası ile çökmeli kalkmalı Sivas halayı çekmeye başladım. (Seneler sonra Düğün Dernek'te aynı şarkı ile Sivas halayı çekildiğini görünce gülmekten öndeki koltuğa kafa attım orası ayrı.)

  Kankam da o gün tam Gizem kapıdan çıkarken görmüş, içeri girdiğinde beni halay çekerken görünce durumu anlamıştı. 10 dakika boyunca hiç konuşmadan sadece kahkaha atarak sigara içmiştik. En son kendimi bir kız için bu kadar kaybettiğimi görmüştü; onda da içip içip evin terasından kendimi atmaya kalkmıştım. Açıklayabileceğim bir durum değildi çünkü ben sadece düğünlerde zom olursam çıkar birkaç figür kolbastı oynardım kuzenlerle. Durup dururken bir dükkanın içinde halay çekmek (gün ortasında) hoş karşılanabilecek bir durum değildi ama beni ufaklığımdan beri tanıyam kankama açıklama yapmak zorunda olmamam en güzeliydi. Sadece 'yapış gitsin oğlum daha güzelini bulamazsın bu semtte' dedi. 'Niye lan daha güzelini bulmayayım veriyor mu herkese yoksa' dedim. 'Yok sendeki tasarım ve malzeme ortada' dedi. Başkası söylese alınır kovardım ama bir 10 dakika daha sebepsiz güldük.

 Bir hafta boyunca gözüm her kapıdan gireni Gizem olarak gördü. Gelen giden olmamıştı. 'inşallah bok çuvalı kedisi ölmüştür de yenisini bari almaya gelir' diye içimden geçirmeye bile başlamıştım. İçimde hayvan sevgisi fazlasıyla vardı fakat o sıralar dünyadaki bütün hayvanlar Gizem'e olan ilgimin yanında pire torbası, bok çuvalı olmaktan öteye geçemiyordu. İçimdeki tüm sevgiyi ona vermem gerekiyordu. Tam bir sonraki perşembe (izin günümdü sözde) dükkanda oturuyordum, kapıdan adımı seslenerek o gerdanına gül dizilesi yürüyen Afrodit heykeli girdi. Ben de anında bereket tanrısı heykeline dönüşmeden yerimden fırladım. 'Aaa naber' dedim. Sanki bir haftadır her kapıdan girenin o olmasını dileyen ben değilmişim gibi davranacaktım; çünkü bu huyum senelerdir değişmedi. 'İyilik ya nolsun ben de buralardaydım da uğrayıp kedime mama alayım dedim' dedi. Amına kodumun kedisine mamayı 15 kg'lık çuvalla aldığını zaten yarım kilo mama istediğinde anladım. Bahanesi olmuştu işte beni görmek için. Kedisinin aşısı hakkında falan sorular sordum.

 ''Ee Gizem nerde okuyorsun'' diye başladığım muhabbetin sonunda kendimizi petshopun arka tarafındaki bölümde karşılıklı taburelere oturmuş çay içerken bulduk. Eh; fantezilerimden birisi olmuştu en azından. Bir tabure çekmiş o güzel yüzü seyrediyordum. Bacağına itin sıçtığı patron bütün kahveleri bitirmemiş olsa şimdi ne güzel kahve içiyor olacaktık. Çünkü çayımdan her yudum aldığımda azap çekiyordum. Allah'ın gücüne gitmesin ama oldum olası çay denen şeyi sevmemişimdir. Zaten karşımdakinin tatlılığından unutmuşum şekeri; kaynatılmış çay sapı içiyorum. Seneler boyu vermeseler damlasını aramam artık; hayatımın en tatlı çayını içmiş bulunmaktayım çoktan.

 Cebimden sigara paketimi çıkarıp (tabi sporu bırak, senelerdir peşinde koştuğun toptan ümidi kes; bünye sigaraya alıştı bile) 'Rahatsız olmazsan bir tane yakabilir miyim' diye soruyorum. Şu anda kendi çalıştığım dükkanda kendime müşteri muamelesi yapıyorum. Başkası olsa umrumda olmazdı ama karşımdaki sanki yarın sözleneceğim; üniversitede nişanlanıp askerden sonra evleneceğim kızmış gibi davranıyorum. Yüzüme baktı ve 'Sence ben sigara içiyor muyum' dedi. Bu tamamen içtiğini belirten bir soruydu. Hiç konuşmadan uzattım bir tane. Yaklaşık yarım saatlik sohbetin üzerine hiçbirşey konuşmamız gerekmiyordu; ayrıca sonradan öğrenmiştim beraber Teoman'dan 'Papatya' şarkısını dinlerken ilk sigarasını o gün içtiğini. O şarkıda geçen 'Kısacık kestirip saçlarını; içtin ilk sigaranı..' kısmında söylemişti. Çok fena yanılmış; sigara içtiği çıkarımını yapıp sigara uzatmıştım boş yere kıza. O andan itibaren saçma salak çıkarım yapmaya çalışma tribimden vaz geçmiştim. Ama o an mutluydu; yanakları kızarmıştı öksürmemeye çalışmaktan. Karşımda sadece susarak sigarasından nefesler çeken bir güzellik vardı. Ve ben o gün keşfettim bir sigaranın yaklaşık 6-7 dakikada o kadar güzel bir şekilde içilebileceğini. Balkonda tir tir titreyerek veya camdan sarkarak körükleyen bünye 3 dk yı geçirmezdi çünkü.

 Sigarasını bitirdi. Ben sadece karşımdaki güzelliği izliyordum; o güzellik ise bana o an duyacağıma en çok şaşıracağım cümleyi kurdu.

 'Çok güzel sigara içiyorsun'

 Ne? Ne yani? İyi birşey mi söyledi yoksa kötü birşey mi? Kızlar genelde sigaradan hoşlanmazlar evet ama Gizem'in o anki tavrında kötü birşey söylermiş gibi bir hâl yoktu. Gülümsedim sadece. İnsan kendisine yapılan güzel sigara içme iltifatına ne diyebilirdi ki?

 'Ben artık gideyim' dedi. İçimden sadece 'Ne olur biraz daha kal' demek geliyordu. Biraz daha kalmalıydı benimle. Bir saat bile olmamıştı geleli. İnternet cafede 'abi 25 kuruş ekle benim masaya' diyen çocuklar gibi 'Allah'ım bu manzarayı 15 dakika daha uzat yalvarırım' diye haykırasım vardı. 'Yine gel' diye ağzımı açtığım anda 'Yine gelirim' diye tamamladı ağzımdaki cümleyi. İkimiz de yüzümüzü eğerek gülümsedik. Aramızdaki elektriğin artık bir ilişkiyi beraber idare edebileceğinin ikimiz de farkındaydık. Artık ben ve ona hayranlığım yoktu benim için; biz vardık. Benim için de onun için de bu güzel günleri biraz uzatmak, birbirimizi biraz daha yakından tanımak en iyisi olacaktı. Fakat şimdiki kafamla bile o anda onun için de biz vardık diyemem; çünkü o gözlere baktıkça kadının yaratılan en ''Gizemli'' [ :) ] varlık olduğunu bir kez daha anlıyordum. Onun kafasından geçenleri okuyamazdım; sadece o anı yaşamamız gerekiyordu. Sonrasında ayaktaydık ve iyice birbirimize yakınlaşmıştık. Sarılmak için mi yakınlaşıyordu kestiremiyordum. Kafasının içinden geçenleri okuyamasam bile hızlı inip kalkan göğsü hızlıca nefes aldığını gösteriyordu. Ve sigaradan değildi artık yanaklarındaki kızarıklık. Kendime hâkim olacaktım bu sefer. İyice tanımadan sevemezdim; bağlanamazdım. Ve bu sefer hayatımda hiç olmayacağı kadar bağlanmak isteyecektim birine. Teoman dinlemeyi çok sevdiğini söyledi birden. Aklım hâla beni dudaktan öpüp öpmeyeceğinde olduğundan 'noluyo lan' der gibi kafamı kaldırdım.

  Radyoda  Kupa kızı ve sinek valesi çalıyordu.

 Kızarmış yanaklarıyla sarıldı bana. Tamı tamına aynı boydaydık. Kalbinin atışlarını hissedebiliyordum. 'Sadece birkaç saatlik muhabbetimiz var ama sana daha çok yakınlaşmak istiyorum ben' dedi. Duymak istediğim buydu. Artık akşam mevlüt okutabilir, adak adayabilir, fakire fukaraya yardımlarda bulunabilirdim. Sivas halayı beni buraya kadar getirmişti zaten. O anki mutluluğumu hiçbir yöresel dans kaldırmayacak; afrika yerlileri gibi olduğum yerde zıplayacaktım. Mal gibi bunları düşünüyordum o bana hâla sarılmış durumda şarkıyı dinlerken. İşte anı yaşamak bu olmalıydı. Ben salak gibi kafamdan dans figürleri geçirirken o sadece şarkıya eşlik ediyordu fısıldayarak.

 Aylar yıllar geçti sanki bizim sarıldığımız anın üzerinden. Yani en azından şarkı bitti; biz ortasında sarılmıştık. Bıraktığında gözlerimin içine bakarak 'ben sadece sana güvenmek istiyorum; beni sevmesen de olur' dediğini hayal meyal hatırlıyorum. Bir hafta önce üzerine atlamayı içimden geçirdiğim bu melek bana sarılmıştı ve ben sarhoş gibiydim. Sadece birkaç saat muhabbet etmiştik; ne zaman gelmiştik buraya kadar? Daha bir kızı etkilemeye çalışmanın o tatlı heyecanını yaşamanın keyfini çıkaracaktım ben. Yazın bitmesine 2 ay vardı. Ve tercih sonuçlarım belli değildi. Birden daha ilk tanıştığımız andan beri bütün hayatımı ona adamaya karar vermiş zihnimden bunlar geçmeye başlamıştı. Eğer sınavdan birkaç ay önce tanışmış olsak onun için sınava daha çok çalışıp İstanbul'da kalabilirdim. Fakat şehir dışına çıkacağımı ailem bile kabullenmişti. Bana güvenmesini, benim onu sevdiğimi bilmesini istiyordum; ama yanında olmalıydım. Her gün o güzel gözlerinin içine bakmak istiyordum.


 Bir sonraki şarkı da Yaşar'dan Birtanem oldu. Hayatın bana uzun süreli yalnızlıklarımdan sonra yaptığı süprizleri seviyordum..