Sayfalar

Okuyan Bir Kızla Çık

Okuyan bir kızla çık. Parasını kıyafet yerine
kitaplara yatıran bir kızla çık. Kitapları yüzünden dolabına sığamaz o.
Okuyacağı kitapların listesini yapan, 12 yaşından beri kütüphane kartı olan bir kızla çık.
Okuyan bir kız bul. Okuyan bir kız olduğunu
çantasında her zaman okuduğu bir kitap
bulunmasından anlayabilirsin.
Kitapçıda, sevgiyle raflara bakan ve aradığı kitabı bulduğunda sessizce çığlık atandır o.
Sahafta, eski bir kitabın sayfalarını koklayan fıstığı gördün mü?
İşte o okurdur. Hele sayfalar sararmışsa kesinlikle
dayanamazlar. Kahvecide beklerken okuyan kızdır o.
Fincanını dikizlersen, sütsüz kremasının yüzdüğünü görürsün çünkü o çoktan dalmıştır kitaba.
Yazarın yarattığı dünyada kaybolmuştur. Sen de
bir sandalye çek yanına. Sana ters ters bakabilir
çünkü okuyan kızların çoğu rahatsız edilmek
istemezler. Ona kitabı sevip sevmediğini sor.
Ona yeni bir kahve ısmarla. Murakami hakkında
ne düşündüğünü söyle. Kardeşliğin ilk bölümünü
bitirip bitiremediğini öğren. Joyce’un Ulysses’ini
anladığını söylüyorsa entelektüel görünmeye
çalışıyor demektir. Alice’i seviyor mu yoksa Alice
mi olmak istiyor, bunu sor.
Okuyan bir kızla çıkmak kolaydır. Doğum
gününde, yılbaşında ve yıldönümlerinde ona kitap
alabilirsin. Ona sözcükler hediye et, şiirlerden
şarkılardan hediye sözcükler. Ona Neruda,
Pound, Sexton, Cummings hediye et. Kelimelerin
aşk olduğuna inandığını bilsin. Gerçekle
kitaplardaki gerçeği ayırt edebilir ama yine de
yaşamını biraz da olsa, en sevdiği kitaptakine
benzetmeye çalışacaktır. Bunda senin suçun yok.
Bir biçimde, bunu deneyecektir. Ona yalan söyle.
Sözdiziminden anlıyorsa, yalan söyleme ihtiyacını
anlayacaktır. Sözcüklerin ardında başka şeyler
var: niyet, değer, ayrıntılar, diyalog. Dünyanın
sonu olmayacaktır.
Onu bırak. Çünkü okuyan bir kız çöküşlerin her
zaman zirveyle biteceğini bilir. Çünkü her şeyin
bir sonu olduğunu bilir. Hikayenin devamını her
zaman yazabilirsin. Tekrar tekrar başlayabilir ve
hala kahraman olarak kalabilirsin. Bu hayatta bir
iki kötü adama yer vardır.
Olmadığın her şey için neden korkasın ki? Okuyan
kızlar bilirler ki tıpkı karakterler gibi insanlar da
gelişebilirler. Twilight serisi istisnadır.
Eğer okuyan bir kız bulursan, yanından ayırma/
ayrılma. Gecenin bir yarısında, kitabı göğsüne
yaslamış ağlarken bulabilirsin onu, bu durumda
ona çay yap ve sarıl. Onu birkaç saatliğine
kaybedebilirsin ancak her zaman sana
dönecektir. Kitaptaki karakterler gerçekmiş gibi
konuşacaktır, çünkü bir anlık da olsa,
gerçektirler.
Ona bir sıcak hava balonunda ya da bir rock
konserinde evlenme teklif et. Ya da bir dahaki
hastalığında gelişigüzel bir şekilde. Skype
üzerinden teklif et.
O kadar sıkı gülümseyeceksin ki neden hala
kalbinin infilak etmemiş ve göğsünün kan içinde
kalmamış olduğunu merak edeceksin. Yaşam
öykünüzü yazacaksınız, garip isimli ve garip
beğenileri olan çocuklarınız olacak. Çocuklarınıza
Şapkalı Kediyi ve Aslan’ı aynı gün izletebilir.
Yaşlılığınızın kışında birlikte yürüyeceksiniz ve
sen botlarındaki karı temizlerken, o mırıldanarak
Keats okuyacak ezberinden.
Okuyan bir kızla çık çünkü bunu hak ediyorsun.
Hayal edilebilen en renkli hayatı sana verebilecek
bir kıza layıksın. Eğer ona sadece monotonluk,
kayıp saatler ve yarım yamalak öneriler
verebileceksen, yalnız kalman daha hayırlı. Eğer
dünyayı ve onun ardındaki dünyaları istiyorsan,
okuyan bir kızla çık.
Ya da iyisi mi, yazan bir kızla çık sen.


Rosemarie Urquico

Yargıç

  Affet-2 olarak düşünmüştüm aslında bu yazının başlığını.. Affet'te nasıl başlıyorduk;

Dur dur. Kimseden af falan dilemiyoruz. Kimseyi kırdık da darılmasını da istemiyoruz.

 Tamamen yalan diyemem fakat gerçekleri yansıttığını da söyleyemem. Şişenin daha başındayken söylediklerim dışa yansıtmak istediklerim olabilir. Ne kadar uzun olursa olsun bence sonlara doğru doğruyu söyleyebileceğimi düşünüyorum. Evet; oturdum tek başıma içip yazı yazıyorum. Hani o kadar yalnızım ki hücrelerim kendi kendini imha etmeye başladı. İçmeyeli yıllar oldu diyebilirim. Adam akıllı oturup sarhoş olamadım çünkü bedenime olan saygım arttı ve zarar vermek istemiyorum. Fakat o kadar çökük duruma geldim ki birkaç nöron kaybını göz ardı edebilirim bu gece sanırım.

 Psikoloğa gitsem sadece 'bunalımdayım ve ne olduğunu bilmiyorum' diyebilirim sanırım. Sonrası beni sebzeye çevirecek haplar, telkinler. Fazlasının elinden gelebileceğini bilsem gidip onu da delirtirdim sanırım. Sorunun ne diye sorsalar; dür amel defterimi ver elime tek tek açıklayayım derim fakat şimdilik hayatımdaki bu savrulmuşluğun bir cevabı bende yok. Alkolü tedavi olarak kullanmayalı çok olmuştu. Kendime verdiğim sözü de bozmuş oldum böylece. Bir daha alkolden beni uyuşturmasını değil eğlendirmesini bekleyecektim sadece. Fakat değil içten bir gülümseme; kalbimin bir şekilde ısınabileceğine bile hiçbir şekilde inanamıyorum artık.

 Başlığı 3. kere değiştirdim aynı yazıda. En son halini göreceksiniz; öncekiler bende kalsın.

 Neden boğuluyorum bu şehirde 4 senedir bilmiyorum. Cennetin en güzel tasviri bulutlardı bence tüm o filmler ve resimlerdeki. Fakat burada gökyüzü yok azizim. Kafanı kaldırdığında göreceğin, şekillere benzetip hayal kurabileceğin o pamuk pamuk bulutlar yok. Nefesini kesecek güzellikte yıldızlar yok geceleri. Hücre hapsi yemiş insanların bir araya toplandığı bir ütopya sanki burası. Kimisi görmezden gelip kaderinin ona sunduğu bu cezayı çekip bir an önce bitmesini bekliyor; kimisi sadece mutsuz oluyor; kimisi de çatlak betonun bir köşesinden yüzünü güneşe uzatan bir çiçek gibi mutluluğu yakalamaya çalışıyor. Ve alışırken her geçen dakikada aslında daha verimli geçebilecek gençliklerini harcıyorlar. Mutsuz buradaki insanlar. Etraflarına neşe saçmıyorlar. Ama kimse de kimseyi kendi bataklığına çekmeye çalışmıyor. Herkes kendi mezarında tabutunun kapağını tırmalıyor. Sanki mahşeri bekliyorlar. Ölemiyorlar; zaten ölüler. Kimisinin tercihi, kimisinin zorunluluğu.

 Aldığım cevap hep aynı. 'Sen mutluluğunu özlüyorsun. Bu yüzden karamsarlığın ve umutsuzluğun.' Umutsuzluk sözcüğünün bende yerinin olmadığını söylüyorum her seferinde. Hayır; bu seferki filmlerden bir alıntı falan değil. İçimde beslediğim tek duygu umut. Yeşermesini sabırsızlıkla beklediğim. Herkesin kendi tabutunu tırmaladığı bu oyunda kazananın tek olmadığını görebiliyorum en azından. Ve sonraki seviye aynı haritada daha zor bir canavar değil. Kaleden prensesi kurtardıktan sonra marionun başka bir kaleye ışınlandığı oyunlardan değil bu. Can hakkın tek. Bir kere sıkabilirsin kafana; ya da bileklerini bir kere kesebilirsin dikine. Fakat kimisi inancından yapamıyor, kimisi korkularından. Arkada bıraktıklarının üzerinde duaları, ümitleri, hayalleri olduklarının farkındalar. Belki de öldükten sonra bunların hiçbirisinin önemli olmayacağının farkında değiller. Kafasının içinde fısıldayan sesleri kimse dinlemek istemiyor. İçlerindeki şeytanları susturmak için ellerinden geleni yapıyorlar.

 Herkesin günahı boynuna; giden gidiyor da sanıyor musunuz ki kalan kalabiliyor. Giden de ölüyor aslında kalan da. Arkasından el salladığın gemi ufukta kaybolduktan sonra bir sigara yakıp biraz daha seyrediyorsun. Sonra işine gücüne bakmak zorundasın. Hayatını yaşamak zorundasın. Çünkü o geminin artık sana fayda getirmeyeceğini biliyorsun. O artık onun macerası. Yoluna varır ya da o uğurda batar; bu olasılıklar onu kullanan kaptanın tecrübesine ve geminin kaderine bağlıdır. Geride kalanın sigarası bittikten sonra artık o gemi için yapabileceği hiçbir şey kalmamıştır. Dumanı da gözden kaybolduktan sonra ağır adımlarla kafasını eğip kendi hayatına döner geride kalan. Artık gidenlerinin değil; kendi hayatının yasını tutma zamanıdır.

 Ruhunun bedenini terk ettiğinde geriye sadece aciz bir et parçasının kaldığını düşündün mü hiç? Hani aniden bir kabustan uyandıktan sonra gözlerini açar fakat hareket etmekte zorlanırsın ya, işte bu durumu tecrübe edebileceğin tek an odur. Öldükten sonra insan bedenini ortadan kaldırırlar. Kimileri ölülerini gömer, kimisi mumyalar, kimisi yakar. Kimse görmek istemez o yaradılışı toprak molekülleri içeren çamur parçasını. Çünkü hiçbir şekilde iletişime geçemeyecektir onunla. Ruhudur insanı yaşatan. Hissettiren; duygulandıran. İletişimdir bir varlığı canlı yapan. Ve ruh terk ettiğinde o bedeni; sadece geriye duyular kalır. Görebilirsin ama konuşamazsın. Hissedebilirsin ama tepki duyamazsın.

 Ruhumun kaybolduğunu söyleyebilmem için hislerimin de yok olmasını bekliyorum aslında. Duygularımın tamamen öldüğünü, küllerinin altında yeniden doğmasını bekliyorum fakat hislerim hala bedenimi ayakta tutmaya yetiyor. Tıp terimlerini kullanarak anlatmak zor geliyor fakat duygu ve his farkını az çok hepimiz biliyoruzdur. Beni ayakta tutan sevgim, hırsım, tatminsizliğim, öfkem ve egom değil artık. Korkularım, öfkem, bilinçsizliğim ve acım diyebilirim. Duygulara verilen tepkiler aslında dışa vurumudur bunların. Hayatta kalmak için bedenimin ihtiyaçlarını karşıladım sadece uzun bir süre. İbadet etmedim, tanrıya sığınmadım. İçimdeki en ücra köşelerde sakladım beni hayatta tutmaktan ötesini yapacak olan şeyleri. Bir insanı kendimden geçercesine sevemedim. Belki de uğradığım hayal kırıklıklarının bir enkazıydı bu fakat hiçbir zaman inanmadım bir insanın beni değiştirip bir kimyasal reaksiyonun çıkanlar kısmına dönüştürdüğüne. Kendime has özelliklerim duruyordu, bir reaksiyon geçirmiştim, değişime uğramıştım. Fakat hala kendimdeydim. İçgüdüsel olarak hala hayatta kalabilme yetilerine sahiptim. Şükretmeliydim; hala insan olabildiğime. Ruhumun bedenimi terk etmediğine.

 Hiç arabesk dinlememiştim mesela. Müslüm'e, Orhan'a, Ferdi'ye karşıydım eskiden. Konfeksiyon atölyelerinde bir ömür geçirenlerin 7/24 aldıkları bu uyuşturucuya alışmak istemiyordum çünkü. Hayatı çekilebilir kılıyor diye tanımlıyorlardı. Birkaç sigara, biraz alkol ve biraz müzik yeterliydi benim hayatımı çekilebilir kılmak için. Müzik olarak da Rhcp'ye tapıyor, Eminem diye bir gerçeğin varlığına inanıyordum. Hani 'kulağıma ne hoş geliyorsa onu dinliyorum' kavramını yaşıyordum. Sonra birşey öğrendim. Müzik dinlerken sözlere dikkat ediyorsak mutsuz, melodiye dikkat ediyorsak mutlu bir ruh halindeymişiz. Bunu bildiğim halde senelerce neyine dikkat ettiğini önemsemeden şarkılar dinledim. Ama şuanda Müslüm baba

''Çünkü sen çölüme yağmur oldun
Sen geceme gündüz oldun
Sen canima yoldaş oldun
Sen kışıma yorgan oldun''

diyor. Ne için dinlediğimin bir önemi olmadığının bilincindeyim fakat dikkat ettiğim tek şeylerin sözler olduğunu fark ettim.

 Şişenin yarısına gelmiş olmama rağmen içimde hala sakladığım şeylere ulaşabileceğime dair bir işaret bile yok. Öylesine derine gömülü duygularımın olduğunun farkındaydım da zaten. Seneler önce içtiğim litrelerce şarabın dışarıya çıkaramadığı, zihnimin en derin köşelerinde saklanan şeyleri dışarı çıkarabilecek kadar güçlü bir çağırma büyüsü bile olmadığını düşünüyorum. Dokunmaya çalışanın zarar gördüğü, benim anlatmayı her düşündüğümde karşımdaki insanların ilk kelimelerini duyar duymaz korkmaya başladığı. Hayır; korku filmi falan değil bu. Cinler, periler, ruhlardan da bahsetmiyorum. Bence sadece birkaç hayal kırıklığı üzerine gelmiş hayat trajedisi bunlar. İnciteceği insan da benim aslında. Taşıyanı benim, ağırlığını omzunda hisseden.,


 En güçlü sevgi duyusunun bile ego üzerine kurulu olduğu bir dünya üzerinde insanların acılarından kurtulma yöntemlerinin sadece kendilerinin sahip olduğundan daha büyük bir acıyı duyup ona üzülme ve kendi acısını hafifletme isteği çok bencilce bence de..

 Gerçekleri yüzüne vurmadıkça bir insanı asla doğru olduğuna inandığı yanlış yolda hatalar yaparak yürüdüğüne inandıramazsınız.

 Aslında bu yazının başlıklarından birisi de 'Sen öyle dur ben sana hayat olucam' dı. Hadi günlüğe biraz göz gezdirelim bununla ilgili ne varmış bakalım.


 3 sene oldu. birinin gözlerinin içine bakarak 'seni seviyorum' demeyeli.

3 senedir bir kalbi saramadım. ya da şairane bir şekilde söyleyeyim.
seneler geçti saramadım bir kalbi.. dokunamadım bir ruha tenden önce...

Hayallere tutunarak yaşamak sadece öfke, hırs ve kibir biriktirdi ruhumda.

''Okurken aksın yaşlar; düşsün yanaklarına..''

 Bir ilişkiye hazır hissedemedim mesela kendimi hiç. Ne zaman dönüp baktıysam; bir ilişki içerisindeyim. Kendimi bu yüzden hiç mutlu hissedemedim. Çünkü fedakarlık, özveri, güven yoktu. Hani sırf yarının getireceğini görmek için hayatta kalırsın ya; sonra hayat sana aslında değiştiremediğin her günün aynı olduğunu, önemli olanın andan zevk alman gerektiğini söyler ya..

 Tam sevemedim. Peşinden koşamadım çünkü. Tam özleyemedim. Kolay ulaşabildim çünkü. Tam ölemedim. Sevgiyle doğmamıştım ki onu bulunca öleyim..

 Ve sonra öldüm. Et olarak yaşıyordum ama sadece nefes alıp verebiliyordum. vücut ısım sabitlenmiş, kan basıncım değişmiyor, karnımdaki kelebekler ağzımdan uçup gitmiş; geri de gelmemişti bir daha.

 İçimdeki tüm duygular öldü. Farkındaydım ateşimin söndüğünün.

 ''Denizlerin dalgasıyım, ben halkımın kavgasıyım
 yarınların sevdasıyım, yenilmedim ki''

 Sadece kalbimin anka kuşunun tamamen küllere gömülmesini bekledim. Hiçbirşey hissetmiyordum.

 Farkına vardığımda birşeyler yapmam gerekiyordu fakat yapamıyordum.
Fakat pes de etmedim, yiğit ölmezdi kolay kolay. 

 Kalbimi öldürmek için beynimi uyuşturmuştum. Anestezik etkiyi atmak için önce kusmalıydım. Beynimden gelen bütün narkozu atmalıydım vücudumdan. Fakat yapamıyordum.

 Sadece yeniden sevebileceğime inanmıyorum
 Bir ruha teninden önce dokunabileceğime
 Gülen bir çift gözün kalbimi ısıtabileceğine 
 Kafamı eğdiğim her yerde papatyalar görebileceğime
 Islığımda yağmurun şarkısını söyleyebileceğime
 Öptüğümde bulutları tadabileceğime..

 Yalnız kaldığımda ağlayabileceğime inanmıyorum

 Şefkatli kolların beni sardığında güçlü görünmeyi bir kenara bırakıp içimdeki külleri gözyaşlarımla beraber dışarı atabileceğime inanıyorum sanırım.

 Baktığımda gelecek görmek istiyorum ben.
 ''Yeniden doğdum bebeğim ben!'' demek istiyorum.
 ''İlk aşkım olmanı ve ölene dek kalbimi sarmanı istiyorum'' demek istiyorum.

 İşte o zaman dökülür bu acıyla yok olmuş kalbimden 'Kanadını ört üzerime üşüyorum bu kirli dünyanın kötülüklerine' sözü ağzımdan meleğim.


 Erken baş ağrısı ve gülüp yüksek sesle şarkı söyleme isteği doğuruyor sarhoşluk bünyemde. Ben gidip biraz daha dünyanın çiçekli bahçelerinde koşup şarkı söyleyeyim. Kafamın içinde yaşadığım hücre hapsi bittiğinde bunların hepsini unutmuş ve hatırladıkça gülümsüyor olacağım. Sondan önceki kadehi de sağlığınıza kaldırıyorum insanlık! Sarhoş olduğum için arayıp ağlayacağım kimsem de olmadığı için vurur kafayı yatarım birazdan. Daha fazla kafaya takmam gereken bir durum yok sanırım. En azından şimdilik şunu söyleyebilirim.

 Erkek adamın kalbi kırılmaz; olsa olsa vaziyete canı sıkılır.

Canımızı sıkan tüm vaziyetlerin şerefine dostlarım...

Affet

Dur dur. Kimseden af falan dilemiyoruz. Kimseyi kırdık da darılmasını da istemiyoruz.








 Teslimiyetin tamamen çaresiz olduğumuz durumda gelmesine mi üzülmeli; yoksa ihtiyacını duyduğumuz şeyin aslında tek sahibi olup değerini bilemediğimize mi... Yaşamımızı sonlandırabilmek en kolay iken kaybettiğimizde bile neden durup savaşıyoruz ki? Ötesini deli gibi merak ettiğimiz ölümle neden bu kadar mesafeliyiz?


 Dağ filmindeki en çarpıcı sahnelerden birisiydi benim için o telefon sahnesi. Oğuz'un Pelin'i arayıp 'hayatta en mutlu seninle oldum, buranın yalnızlığı uyuşturucu gibi.' demesi.

 yazamıyorum ya. yapamıyorum. sadece şunu öğrendim ve bunu söylemeye geldim.

''Anılar en önemli şeydir. Sen de anılarından kaçma. O anılar seni sen yapar.''

 Gün gelip kendi yalnızlığında boğulurken kafanın içinde sadece taze kalan anıların olacak. O yüzden dolu dolu yaşa. Gün gelip de pişmanlıklarının arkasından koşman gerekirse; olabildiğince az yorucu şeyler biriktirmiş ol.

 Sülo bırak sesi açık kalsın şarkı hep duruyor zaten.




Alayının Şerefine


  "Giden gidiyor ya kardeşim, sen zannediyor musun kalan kalabiliyor." 
 



ne olursa olsun yine de özlüyor insan.
hiç nefesini boş yere yorma ahmedim.
neyini özlüyorum niye özlüyorum bilmiyorum ki.
özlüyorum işte.
hani her hafta halı saha maçında yenilip
ertesi hafta yine o sahaya çıkmaya benziyor benimkisi.
ben ya oyunun kendisini seviyorum
ya da maçı kaybetmeye o kadar çok alışmışım ki koymuyor artık.
giden gidiyor ya kardeşim, sen zannediyor musun ki kalan kalabiliyor.
ilk o gidiyor lan.
gitme demiyor ya ilk o gidiyor lan.

nerde ne yapıyordur acaba sevdiklerimiz, sevgililerimiz?
onlar da bizim için ” ne yapıyordur acaba ” diyorlar mıdır la?
- mutlulardır herhalde.
onlar da mutlu olsunlar da
varlığımızla mutlu olamayanlar yokluğumuzla mutlu olsunlar ki, bir sike yarasın gidişimiz.

*yaşanan onca şeye
*pay edilen ekmeğe
*birlikte ilk defa dinlenen şarkılara
*ceptekini üleştirmeye
*başlı kıçlı yatmalara
*damı akan odalarda kurulan hayellere
*ilk aşklara
*ilk reddedilişlere
*salondaki çekyatta yattığımız eş dost gezmelerine
*sırf ucuz olsun diye yediğimiz ketçaplı pilavlara la
*yoklukta içtiğimiz mantarı hep içine düşen şişesinden ucuz şaraplara
*kaçak binilen trenlere
*esnaf lokantalarına
*görüşmediğimiz arkadaşlara
*ayrıldığımız sevgililere
*alayına isyan değil işte kardeşim;
 alayının şerefine içiyoruz lan…

hadi, cam cama, can cana..


Fikirler Asla Ölmez

  Şu ülkede yaşadığıma gurur duyma sebebim;

 Hala seni tanımlayabilecek bir cümle kuramam. Bir İngiliz, bir Fransız, bir Japon gelse seni bana benim sana anlatabileceğimden daha iyi anlatıyormuş gibi görünecek. Çünkü onlar ülkelerinde seni 'Tarihe yön veren, yoktan bir milleti var eden, elde avuçta hiçbirşey yokken yakın ve ortadoğuda bir cumhuriyet kuran bir adam olarak tanıdılar. Büyük bir komutan, hiçbir zaman güçlükler ne olursa olsun pes etmemiş bir asker, önce milletim, vatanım, cumhuriyetim diyen bir devlet adamı'' olarak bildiler.  Dünya üzerinde Venezuela'dan Hindistan'a; Hollanda'dan Japonya'ya kadar neredeyse tüm ülkelerde anıtı bulunan ve çoğunda da 'Yurtta barış cihanda barış' yazan bu dünyanın gelmiş geçmiş en büyük askeri dehalarından birisinin bu ülkeden çıkmış olma sebebi gurur kaynağımızdır elbette.


Bir millete yeni bir kader yazan bir adam için;

 


  ''Beyaz saray'daki görevim tamamlanınca ilk yapmak istediğim şey, zamanımızın bu en dikkate değer şahsiyetini ülkesinde ziyaret etmekti. Kader buna izin vermedi... Bu çapta insanlar dünyaya sık gelmezler.



Franklin Roosevelt - Abd başkanı, 1938''


 ''Savaşta Türkiye'yi kurtaran, savaştan sonra da Türk ulusunu yeniden dirilten Atatürk'ün ölümü, yalnız yurdu için değil, Avrupa için de en büyük kayıptır. Her sınıf halkın onun ardından döktükleri içten gözyaşları bu büyük kahramana ve modern Türkiye'nin Ata'sına layık bir tezahürden başka bir şey değildir.

Winston Churchill - İngiltere başbakanı, 1938''


 ''Kemal Atatürk yalnız bu yüzyılın en büyük liderlerinden biri değildir. Biz Pakistan'da onu, gelmiş geçmiş bütün çağların en büyük adamlarından biri olarak görüyoruz. O, yalnız sizin ulusunuzun sevgili önderi değildir. Dünyadaki bütün müslümanlar gözlerini sevgi ve hayranlık duygularıyla ona çevirmişlerdir.

Muhammed Eyüp Han - Pakistan devlet başkanı, 1963''

 Peki yabancılar için bile bu kadar saygı ve değer kazanan ulu önderin sadece kendisini ve o zamanki ülkeyi düşünerek değil, geleceği görerek, ileride refah toplumlar seviyesine ulaşabileceğine inandığı ülkesine, milletine güvenerek yaptığı devrimleri biz ne kadar yaşatmaya çalışıyoruz?

 Ülkemizin hali herkesin bildiği malum durumda. Karalamak isteyenler, reddedenler, geçmişini yok sayanlar, satanlar, alanlar, verenler, peşkeş çekenler, geleceğini, vatanını, milletini düşünmeyip sadece kendisi varmış gibi yaşayanlar...

 Bir de onu sadece ölüm yıldönümünde hatırlayan, yaptığı yenilikleri, devrimleri, uğruna savaştığı bağımsızlık,  eşitlik, adalet gibi kavramları sadece birilerini taklit ederek gerçekleştirmeye ve yaşatmaya çalışanlar var. Atatürk'ün dediği ve yaptığı gibi konuşarak, mukayese ederek, o zamanki medeniyetin gerektirdiklerini yerine getirerek, düşünerek -Bir gün benim fikirlerim ve bilim ters düşerse bilimi seçiniz.- sözünde olduğu gibi zamanın ne gerektirdiğini bilerek ve bilime dayanarak yapmak gerekmiyor mudur sizce? Bence en önemli noktalardan birisi budur. Mesela dinde midye yemenin mezheplere bağlı olması gibidir bu. O zamanki yol göstericinin bir açıklaması olamayacağı için zamanla, ihtiyaçlara bağlı olarak kararlar verilmiştir.

 Anlatmak istediğim şu; Atatürk her ne kadar ileriyi görebilen, milletinin gücünü bilen bir adam olsa bile zamanın ve teknolojinin getireceği her şeyden de haberi olamazdı. Hele ki ölümünün üzerinden 76 yıl geçmiş bir önderin hâla izinde yürüyebiliyorsak, ondan bekleyeceğimiz şeyleri sadece onun söylemiş ve yapmış olması gerekmez. O bize yolu gösterdi aslında. Akıl ile, bilim ile, düşünerek, savaşarak elde edilen zaferin kalıcı olacağına; huzur ve mutluluğa erdireceğine ve tüm dünyaya bunu kabul ettirebileceğine inandırdı.

 Ahirette insana sorarlar koçum. Sana dedelerin voktan bir vatanı emanet etti ve bu adamın yolundan gittiler; sen ne yaptın peki derler. Atatürk'ün kalkınma ve geliştirme için yaptıklarına karşın bizim zamanımızdaki cumhurbaşkanı için yapılan; harcanan parayla 4 tane uydu yapılabilecek bir saraya alkış tuttum mu diyeceksin? Senede bir kere mezarında ağlayıp bütün sene sadece taklit ederek, satın alarak, o bırakılan emanetlerin satılmasına göz yumarak, düşünmeden, sorgulamadan  yaşadım mı diyeceksin? Bunun hesabını nasıl vereceksin kardeşim benim?

 Hani bütün peygamberler ortadoğuya yollanmıştı ya; çünkü yahudiler bir türlü akıllanmamış,oradaki diğer toplumların gerçek bir öndere ihtiyaçları hep olmuştu ya; işte sana da o adam yollandı Allah tarafından güzel kardeşim. Ama sakın bu cümleden 'Atatürk'ü putmuşçasına kabul ediyorlar; peygamber demeye çalışıyor' anlamı çıkarma. O sana zamanın ihtiyaçlarına ışık gösteren bir kitap bırakıp gitmedi çünkü. O sana; yolunda yürüyebileceğin bir iz bıraktı. Fikir bıraktı; üzerinde senelerce düşünülebilecek sözler bıraktı. Öğretmenleri yeni nesili yoğuracak, bir eser haline getirecek insanlar olarak; doktorları da 'Beni Türk doktorlarına emanet ediniz' diyerek çağın en iyisi, en yeteneklisi olarak tanımladı. Bugün okullarda hala onun bıraktığı eserleri anma günleri, bayramlar coşkuyla kutlanıyorsa öğretmenlere hâla onun izinden gidebiliyor, işlerini yapabiliyorlar demektir.

 Diyorum ya; tanımlayamam Atatürk'ü bir Avrupalı, Asya'lı kadar. Nereye baksam ondan bir parça, ondan bir eser var. Sokakta ay yıldızlı bayrağın altında yaşayan her Türk evladının yüreğinde ondan bir parça, bir iz; beyninde bir düşüncesi, hareketlerinde bıraktığı bir fikri var. Haritanın dört bir köşesinde onun kimseye vermediği topraklarda bu bayrak hala dalgalanabiliyorsa onun hala yaşattığı bir şeyler var demektir. Bedeni burada olmasa bile fikirlerinin arkasından gidecek milyonlarca genç var. O zamanda şimdiye göre daha dine dayalı bir millet olmasına rağmen (dinci ve yobaz değil) laikliği kabul ettirebilmiş bir önderin sadece bu konuda bile binlerce övgüyü hak ettiğini söyleyebilirim. Ama eminim ki onun istediği yattığı yerde onu övmemiz değil; bıraktıklarını yaşatmamız, tek istediği şey olan muhasır medeniyetler seviyesine ulaşmamızdır.


En sevdiğim sözlerinden birisi de zaten gayet açık bir şekildedir.





 Batının gösterdiği üstünlüğün suçu sende değil Türk evladı. Ama göstereceği üstünlük ileride senin suçun olacak. Sen çalışkan ol. Üret, düşün, geliştir, uygula.

 Şu coğrafyaya gelmiş en büyük yol gösterici, lider, asker ve devlet adamı bizim kalbimizde yaşıyorken neden özenecek başka bir lider arayayım ki? Yüzlerce sayfa yazmaktansa sadece vermek istediğim mesajı verebildiğimi sanarak bu yazıyı burada bitiriyorum. Çünkü oturup övmemizi değil; bıraktığı yolda yürümemizi isteyen Mustafa Kemal'e ahirette hesap vereceğim zaman yüzüm kızarsın istemiyorum.



Kumralım


                                          



 Birkaç yaz önceydi. Haa dur hatırladım. Üniversiteye başladığım yaz tatiliydi. Bu sefer olay yeri İstanbul. Evde tek başımayım triplerinde; sabah 9'da dükkan açıp gece 12 de eve dönüyorum. Ne yalnızlık ama değil mi! Bir de petshopta çalışıyorum; 2 katlı bir yerden ben sorumluyum. İşin deneyimi mi diyeyim kaşarlığı mı artık siz seçin. Her sabah kedi köpek boku temizleyip akvaryumlara yem atmaktan artık cılkım çıkmış ki hayatımda en çok zevk aldığım şey bir hayvanla ilgilenmekti.

 Ama bir hayvanla; bir dükkan dolusu değil. Patronun işsiz emekli ihtiyar huysuz orospu çocuğu babası da her sabah benden önce gelir; dükkanın karşısındaki kahveye oturur oralet içip benim dükkanı açmamı beklerdi. Amına koduğum moruğu da oraletten başka bok içmezdi. Oralet deyip geçme; bağımlısı başka birşey içmez yani o keyfi almaz. Neyse; ne bok içiyorsa içsin o; ilk günden fırçasını çektiğim için pek karışamazdı ama gözlerinde o amcıklığı görüyordum yani. Zaten liseyi bitireli 1 sene geçmiş, üzerimden harp okulu depresyonunu yeni atmıştım. Yaşıtlarım teker teker askere giderken ben bir sene daha hazırlanmıştım. Sınava girdiğim hafta başladım işe. Patron 'atarız birşeyler merak etme' gibi samimi bir maaş teklifinde bulunduktan sonra kaçıramazdım da tabi. Ben nerden bileyim petshopta sadece hayvan satılmadığını. Her sabah dükkanı açar açmaz müşterim 6-7 yaşlarında bir ufaklık olurdu. Bu şapşiğin bir tane kedisi vardı. Ama öyle evde bakılandan değil. Bildiğin herif almış sokak kedisini yavruyken kendine alıştırmış. 'Lan ben  6-7 yaşımda ana sütü emiyordum hayvan senin neyine' derdim her seferinde ama kocaman gülümserdi ve 'olsun ben besliceeem' derdi. Ya tamam iyi güzel besle de her sabah da gelip 50 kuruşluk kedi maması almaya çalışmak neden? Sonra sonra anladım ki çocuk babasından alabildiği tüm harçlığı kediye yatırıyormuş. Aradan bir ay geçince zaten kedinin aşısını falan ben yaptım çocukcağız hastalıktan ölen kedisi için bir de bana ağlamasın diye. 2. Ayında kedinin boynuna çamaşır ipi bağlayıp sokaklarda gezdirmeye bile başlamıştı.

 Neyse; geri kalan tipik müşterilerdi işte. 'Balığım öldü sizden almıştım neden yhaa' diyen ergenlere yeni balık satmıyordum artık. Ben 100 kere 'musluk suyu koyma, su sıcaklığını kontrol et' derken caanım japonu buz gibi suyun içine boca ettiğini biliyordum. Japon balıkları soğuk suda yaşayabilir ama İstanbulda çeşmeden akan o kireçli buz gibi suda fok balığı bile yaşayamazdı yani. Tatlısıyla acısıyla birkaç haftadan sonra işime de alışmış, düzenimi kurmuştum. Perşembe günleri tatilimdi ama her seferinde öğleden sonraları patron arayıp 'az işim çıktı dükkanın başında dursana' derdi ve geceye kadar gelmezdi. Ben de kapatana kadar takılır, yandaki berberle tüm gün muhabbet ederdim. Fazla mesai parası aldığım da yoktu; apaçık işsizliğimden duruyordum yani dükkanda. Günler böyle geçip giderken artık sıkılmaya başlamıştım. Her gün aynı şeyleri yapmak iyice kafayı yedirecekti bana en sonunda.
 Yine bir perşembe günü patron çağırdı dükkana. Bende evde işsizlikten öldüğüm için koşa koşa gittim. İzin günümdeyim ya; biraz çeki düzen vermiştim üzerime evde otururken. Zaten bütün gün köpek boku temizleyen adamdım; evde televizyon izlerken jöle sürmeliydim tabiki. Çünkü bir kız eli tutmayalı 1 sene olmuş; en son sevgilimin resmini odamın duvarına asmış her gün 1 kurşun sıkar durumdaydım. 1 sene boyunca sadece hayatıma girecek olana saygımdan dolayı bir ilişki yaşayamamıştım. Çünkü unutamamış; hala üzerimden olayın ağırlığını atamamıştım. Ama birşeylerin değişmesi gerekiyordu. Ve değişecekti de.

 Dükkandan içeri girdiğimde patronun yanında benim boylarımda; kumral saçlı bir kız vardı. Cam tezgahın üzerinde karşılıklı durmuş ve hayvanların aşılarını inceliyorlardı. Yüzünü göremediğimden dolayı müşteri falandır diye pek ilgilenmeden patrona selam verip arka tarafa doğru yöneldim. Kendime bir kahve koyup patronun 'biraz işim var dükkanda takılsana' demesini bekleyecektim.

 Dediğim gibi de oldu. Kupamı doldurup geri geldiğimde patron toparlanmış; her perşembe duyduğum sözleri yine sarf etmek için bana dönmüştü. Gülümsedim ve söylemesine fırsat vermeden 'tamam abi sıkıntı yok' dedim. 'Bu arada bu Gizem benim yeğen' dedi. Patron da gülümsedi ve gitti. Buradan sonrası için biraz günlüğümden yardım alabilirim aslında. Çünkü o zamanlar Sherlock Holmes okur ve çözümlemecilik oynamayı çok severdim.

 Cam tezgahın başındaki kıza doğru yöneldim. Kumral saçları omzunun biraz aşağısındaydı. Zamanında yaptığım anlatım hatasına bak; en iyisi günlükten okuyup yorumlayayım ben. Kumral saçları omzunun biraz aşağı hizasına geliyordu. Dış görünüşüne bakarak yaz tatilinden yeni dönmüş bir lise öğrencisiydi kısacası. Daha da yaklaştığımda koyu yeşil gözler ve mükemmel güzellikte bir surat beni karşıladı. İçimden 'biraz daha açık yeşiline mi takıntılıydım yani bu gözlerin ben' diye geçirdim. Yüz hatları çok tanıdık gibiydi. Çünkü gülümsüyordu. Ve bütün gülümseyen insanlar tanıdık gibilerdi benim için. İçtendi bakışları. İçimdeki 1 senedir yaşayan abaza hayvanı tutmalıydım. Hemen o anda ergenliğin getirdiği ateşle dudaklarına yapışabilirdim. O kadar güzel duruyordu ki insan bunu sikmeye kıyamaz lan diye düşündüm. Tabi o zamanlar evdeki üçlü prize bile kerkinebilecek olan bünyemin hayvanlığını zor bastırıyordum.

 Toplasan 5 adım attım yanına kadar. Fakat o kadar zamanda içimde fırtınalar koptu, tsunamiler sahil kesimlerindeki insanları evsiz bıraktı. Birkaç sahil kasabasını tahliye ettikten sonra yanına gelebildim. Şimdi daha yakından inceliyordum; fakat biraz daha konuşmazsam spastik gibi görüneceğime emindim. Olsun; spastik sansın dedim. Çünkü konuşmadan saatlerce izleyebilirdim o suratı. Pürüzsüz bir cilt, makyajsız halde belirgin kirpikler, kıpkırmızı dudaklar ve yemyeşil gözler. Hani oturduğu sandalyenin karşısına 3 katlı otel diker; manzaralı diye ona bakan odalarını 3 katı fiyata kiralardım. Patronun kızına yazmamıştım daha fakat bu benim için kaçırılmaz fırsat olabilirdi.
Birkaç saniye daha inceledikten sonra içimdeki hayvanın da sustuğuna emin olarak 'Melaba' diyebildim. Doğru düzgün selam bile veremediğim patronun yeğeni hikayesi benim için çoktan bitmişti yani. İçimde nasıl fırtınaların koptuğu ilk kelimemden ortaya çıkmış olmalı ki katıla katıla gülmeye başladı. Bense salak salak sırıtıyordum her zaman beğendiğim bir kızın yanında yaptığım gibi. 'Kedim için aşı bakıyordum da' dedi o karşısına tabure çekip seyretmelik gülümsemesini durdurarak. Ama hala gözlerinin içiyle gülüyordu. Dalga geçmek için olmadığına kanaat getirmiştim çünkü çok tatlı bakıyordu hala.

 'Kaç aylık' diyerek olaya direk bilimsel yaklaştım. Sonuçta karşımda bizim gibi default settings ile kurulumu yapılan bir varlık yoktu. Belli ki bizi crack atmadan yollayan yaratıcı onun üzerinde birkaç gün çalışmış, eksiğini gediğini tamamlamış, yamalarını indirmiş, crack dosyalarını yükleyip yollamıştı. Anlayacağın bizim gibi next next finish işi değildi. Yani bir erkek bir dişi ve bir yatak deneyinde bu kadar güzel bir sonuç nadir çıkabilirdi. Durduğum yerden sırıtarak anca bir komodo ejderini ya da tropikal bir papağanı tavlayabilirdim. Olaya hakim duruşum onu da etkilememiş olacak ki 'kedi işte ne bileyim bayağı oldu yaa' dedi. Onun da kafasında sorular olduğu çok açıktı. Acaba kafamdaki yarım kilo jöleye mi yatırım yapılabilirdi; başka bir yerime mi? Oturup izlenecek bir manzaram bile yoktu yani onun gibi. En azından eve gittiğimde çökmeli kalkmalı Sivas halayı çekebileceğim bir konumda çıkmalıydım muhabbetin içinden. İçimdeki hayvanın kibar tarafını dışa denk getirecek şekilde kafesini açtım. Bundan gerisini zaten kanın ben istemeden toplandığı 2. beynimle düşünerek yaşayacaktım.

 'Gözlerin çok güzel Gizem' dedim. Birden ağzımdan çıktı öyle. Ki bu herif senelerdir daha güzelini seyretmiş ve bir kere bunu söylememişti. Yine bir gülümseme ve benim hayali müteahhitlik çalışmalarım. Bu sefer ağzımdan yanlış bir harf çıkmamıştı. Belki de bu kadar cesur olabilmeme şaşırmıştı. Ne yani; bu kadar güzel gülüşüm olsa ben de tüm duygularımı gülümseyerek belli ederdim.

 We are the warriors to build this town.


 Neyse yine ömrüme birkaç ay daha katan birkaç saniyelik gülüşünden sonra 'Teşekkür ederim' dedi. Kedisinin aşısı sikimde olmadığından ses tonuna yeni dikkat etme fırsatı bulmuştum. Sanki her sabah kuşlarla beraber en güzel şarkıları o söylüyormuş gibi gelmişti kulağıma. Yine tanıdık. Biraz daha kurcalayıp akrabam çıkmasından çekinmeye başladım ve içimdeki hayvanı tamamen dışarı çıkarmaya karar verdim. Çünkü şu andaki halimle hayatta (olayın üzerinden 4 sene geçti) 'gözlerin çok güzel' cümlesine karşılık gelen 'teşekkür ederim' cevabının üzerine muhabbet açamam. Ama o zaman içimdeki 10 Haarp silahı gücündeki hayvan çıkıp 'Sesini duymadan önceydi bu tabi' dedi.


 Hala adımı söylememiştim. Ve en yakında söylemeliydim çünkü tanışma faslında adını da söyleyecek ve ben isminin her bir harfine methiyeler düzme evresindeydim. Direk olaya girip ismimi söyledim. Sıkılmışa benzemiyordu; 'teşekkür ederim' ler ve benim her seferinde 'senin ağzını yiyerim ben' diye iç geçirmelerimle sohbetimiz devam ediyordu. İçimdeki hayvan hevesini almıştı; sıra bendeydi. Pire torbasının aşısını falan halledip verdikten sonra 'kendin yapamazsan bana getir ben yaparım' deyip yolladım. Tabi daha eve varamadan Gizem dükkandan çıkar çıkmaz bilgisayardan 'Gerdana gül dizerler' yazarak arattığım Nurettin Bay'ın 'Güzeller' parçası ile çökmeli kalkmalı Sivas halayı çekmeye başladım. (Seneler sonra Düğün Dernek'te aynı şarkı ile Sivas halayı çekildiğini görünce gülmekten öndeki koltuğa kafa attım orası ayrı.)

  Kankam da o gün tam Gizem kapıdan çıkarken görmüş, içeri girdiğinde beni halay çekerken görünce durumu anlamıştı. 10 dakika boyunca hiç konuşmadan sadece kahkaha atarak sigara içmiştik. En son kendimi bir kız için bu kadar kaybettiğimi görmüştü; onda da içip içip evin terasından kendimi atmaya kalkmıştım. Açıklayabileceğim bir durum değildi çünkü ben sadece düğünlerde zom olursam çıkar birkaç figür kolbastı oynardım kuzenlerle. Durup dururken bir dükkanın içinde halay çekmek (gün ortasında) hoş karşılanabilecek bir durum değildi ama beni ufaklığımdan beri tanıyam kankama açıklama yapmak zorunda olmamam en güzeliydi. Sadece 'yapış gitsin oğlum daha güzelini bulamazsın bu semtte' dedi. 'Niye lan daha güzelini bulmayayım veriyor mu herkese yoksa' dedim. 'Yok sendeki tasarım ve malzeme ortada' dedi. Başkası söylese alınır kovardım ama bir 10 dakika daha sebepsiz güldük.

 Bir hafta boyunca gözüm her kapıdan gireni Gizem olarak gördü. Gelen giden olmamıştı. 'inşallah bok çuvalı kedisi ölmüştür de yenisini bari almaya gelir' diye içimden geçirmeye bile başlamıştım. İçimde hayvan sevgisi fazlasıyla vardı fakat o sıralar dünyadaki bütün hayvanlar Gizem'e olan ilgimin yanında pire torbası, bok çuvalı olmaktan öteye geçemiyordu. İçimdeki tüm sevgiyi ona vermem gerekiyordu. Tam bir sonraki perşembe (izin günümdü sözde) dükkanda oturuyordum, kapıdan adımı seslenerek o gerdanına gül dizilesi yürüyen Afrodit heykeli girdi. Ben de anında bereket tanrısı heykeline dönüşmeden yerimden fırladım. 'Aaa naber' dedim. Sanki bir haftadır her kapıdan girenin o olmasını dileyen ben değilmişim gibi davranacaktım; çünkü bu huyum senelerdir değişmedi. 'İyilik ya nolsun ben de buralardaydım da uğrayıp kedime mama alayım dedim' dedi. Amına kodumun kedisine mamayı 15 kg'lık çuvalla aldığını zaten yarım kilo mama istediğinde anladım. Bahanesi olmuştu işte beni görmek için. Kedisinin aşısı hakkında falan sorular sordum.

 ''Ee Gizem nerde okuyorsun'' diye başladığım muhabbetin sonunda kendimizi petshopun arka tarafındaki bölümde karşılıklı taburelere oturmuş çay içerken bulduk. Eh; fantezilerimden birisi olmuştu en azından. Bir tabure çekmiş o güzel yüzü seyrediyordum. Bacağına itin sıçtığı patron bütün kahveleri bitirmemiş olsa şimdi ne güzel kahve içiyor olacaktık. Çünkü çayımdan her yudum aldığımda azap çekiyordum. Allah'ın gücüne gitmesin ama oldum olası çay denen şeyi sevmemişimdir. Zaten karşımdakinin tatlılığından unutmuşum şekeri; kaynatılmış çay sapı içiyorum. Seneler boyu vermeseler damlasını aramam artık; hayatımın en tatlı çayını içmiş bulunmaktayım çoktan.

 Cebimden sigara paketimi çıkarıp (tabi sporu bırak, senelerdir peşinde koştuğun toptan ümidi kes; bünye sigaraya alıştı bile) 'Rahatsız olmazsan bir tane yakabilir miyim' diye soruyorum. Şu anda kendi çalıştığım dükkanda kendime müşteri muamelesi yapıyorum. Başkası olsa umrumda olmazdı ama karşımdaki sanki yarın sözleneceğim; üniversitede nişanlanıp askerden sonra evleneceğim kızmış gibi davranıyorum. Yüzüme baktı ve 'Sence ben sigara içiyor muyum' dedi. Bu tamamen içtiğini belirten bir soruydu. Hiç konuşmadan uzattım bir tane. Yaklaşık yarım saatlik sohbetin üzerine hiçbirşey konuşmamız gerekmiyordu; ayrıca sonradan öğrenmiştim beraber Teoman'dan 'Papatya' şarkısını dinlerken ilk sigarasını o gün içtiğini. O şarkıda geçen 'Kısacık kestirip saçlarını; içtin ilk sigaranı..' kısmında söylemişti. Çok fena yanılmış; sigara içtiği çıkarımını yapıp sigara uzatmıştım boş yere kıza. O andan itibaren saçma salak çıkarım yapmaya çalışma tribimden vaz geçmiştim. Ama o an mutluydu; yanakları kızarmıştı öksürmemeye çalışmaktan. Karşımda sadece susarak sigarasından nefesler çeken bir güzellik vardı. Ve ben o gün keşfettim bir sigaranın yaklaşık 6-7 dakikada o kadar güzel bir şekilde içilebileceğini. Balkonda tir tir titreyerek veya camdan sarkarak körükleyen bünye 3 dk yı geçirmezdi çünkü.

 Sigarasını bitirdi. Ben sadece karşımdaki güzelliği izliyordum; o güzellik ise bana o an duyacağıma en çok şaşıracağım cümleyi kurdu.

 'Çok güzel sigara içiyorsun'

 Ne? Ne yani? İyi birşey mi söyledi yoksa kötü birşey mi? Kızlar genelde sigaradan hoşlanmazlar evet ama Gizem'in o anki tavrında kötü birşey söylermiş gibi bir hâl yoktu. Gülümsedim sadece. İnsan kendisine yapılan güzel sigara içme iltifatına ne diyebilirdi ki?

 'Ben artık gideyim' dedi. İçimden sadece 'Ne olur biraz daha kal' demek geliyordu. Biraz daha kalmalıydı benimle. Bir saat bile olmamıştı geleli. İnternet cafede 'abi 25 kuruş ekle benim masaya' diyen çocuklar gibi 'Allah'ım bu manzarayı 15 dakika daha uzat yalvarırım' diye haykırasım vardı. 'Yine gel' diye ağzımı açtığım anda 'Yine gelirim' diye tamamladı ağzımdaki cümleyi. İkimiz de yüzümüzü eğerek gülümsedik. Aramızdaki elektriğin artık bir ilişkiyi beraber idare edebileceğinin ikimiz de farkındaydık. Artık ben ve ona hayranlığım yoktu benim için; biz vardık. Benim için de onun için de bu güzel günleri biraz uzatmak, birbirimizi biraz daha yakından tanımak en iyisi olacaktı. Fakat şimdiki kafamla bile o anda onun için de biz vardık diyemem; çünkü o gözlere baktıkça kadının yaratılan en ''Gizemli'' [ :) ] varlık olduğunu bir kez daha anlıyordum. Onun kafasından geçenleri okuyamazdım; sadece o anı yaşamamız gerekiyordu. Sonrasında ayaktaydık ve iyice birbirimize yakınlaşmıştık. Sarılmak için mi yakınlaşıyordu kestiremiyordum. Kafasının içinden geçenleri okuyamasam bile hızlı inip kalkan göğsü hızlıca nefes aldığını gösteriyordu. Ve sigaradan değildi artık yanaklarındaki kızarıklık. Kendime hâkim olacaktım bu sefer. İyice tanımadan sevemezdim; bağlanamazdım. Ve bu sefer hayatımda hiç olmayacağı kadar bağlanmak isteyecektim birine. Teoman dinlemeyi çok sevdiğini söyledi birden. Aklım hâla beni dudaktan öpüp öpmeyeceğinde olduğundan 'noluyo lan' der gibi kafamı kaldırdım.

  Radyoda  Kupa kızı ve sinek valesi çalıyordu.

 Kızarmış yanaklarıyla sarıldı bana. Tamı tamına aynı boydaydık. Kalbinin atışlarını hissedebiliyordum. 'Sadece birkaç saatlik muhabbetimiz var ama sana daha çok yakınlaşmak istiyorum ben' dedi. Duymak istediğim buydu. Artık akşam mevlüt okutabilir, adak adayabilir, fakire fukaraya yardımlarda bulunabilirdim. Sivas halayı beni buraya kadar getirmişti zaten. O anki mutluluğumu hiçbir yöresel dans kaldırmayacak; afrika yerlileri gibi olduğum yerde zıplayacaktım. Mal gibi bunları düşünüyordum o bana hâla sarılmış durumda şarkıyı dinlerken. İşte anı yaşamak bu olmalıydı. Ben salak gibi kafamdan dans figürleri geçirirken o sadece şarkıya eşlik ediyordu fısıldayarak.

 Aylar yıllar geçti sanki bizim sarıldığımız anın üzerinden. Yani en azından şarkı bitti; biz ortasında sarılmıştık. Bıraktığında gözlerimin içine bakarak 'ben sadece sana güvenmek istiyorum; beni sevmesen de olur' dediğini hayal meyal hatırlıyorum. Bir hafta önce üzerine atlamayı içimden geçirdiğim bu melek bana sarılmıştı ve ben sarhoş gibiydim. Sadece birkaç saat muhabbet etmiştik; ne zaman gelmiştik buraya kadar? Daha bir kızı etkilemeye çalışmanın o tatlı heyecanını yaşamanın keyfini çıkaracaktım ben. Yazın bitmesine 2 ay vardı. Ve tercih sonuçlarım belli değildi. Birden daha ilk tanıştığımız andan beri bütün hayatımı ona adamaya karar vermiş zihnimden bunlar geçmeye başlamıştı. Eğer sınavdan birkaç ay önce tanışmış olsak onun için sınava daha çok çalışıp İstanbul'da kalabilirdim. Fakat şehir dışına çıkacağımı ailem bile kabullenmişti. Bana güvenmesini, benim onu sevdiğimi bilmesini istiyordum; ama yanında olmalıydım. Her gün o güzel gözlerinin içine bakmak istiyordum.


 Bir sonraki şarkı da Yaşar'dan Birtanem oldu. Hayatın bana uzun süreli yalnızlıklarımdan sonra yaptığı süprizleri seviyordum..



Eylül

 Bitti.


 Dur şunu bi sana vereyim hele de yolluk edersin.


 


 Ve geride yine aynı bildiğini okuyan, Halil Sezai'den nefret ettiğini söyleyip yalnızken onu dinleyen beni bıraktı.



aslında hataydı. birbirimizi daha çok tanımalıydık. ama korktum. beni daha fazla tanırsan; hep yarım kalmış hikayelerin altına imza attığımı görürdün. anlardın hiçbir hikayeyi tamamlayamadığımı. çünkü yapamıyorum. dedikleri gibi. masallar dinleyerek büyümeyen çocukların masal gibi hayatları olur. ben çocukluğumu kitapların arasında ziyan edemedim ne yazık ki. hep kendi hikayelerimi kendim yazdım. ve ben hep hikayemin altına 'son' yazıp benimle birlikte imzasını atacak birisini arayıp duracağım sanırım. senin gidişinle uykuya yatan kelebekleri tekrar uyandıracak birini bulana kadar.


 Sonraları anlıyor insan. Hani büyüyünce; derdi tasası artınca. Sanki dünyanın tek derdi benim anlatmaya çalıştığım hikayelerin etkileyiciliğiymiş gibi düşünmeyi bırakınca anlıyor. Blogun görüntülenmesi 40k yı geçtiğinde baştan sona okuma sözü vermiştim kendime. Şimdi bitti bütün yazılar. Vay be; ne büyümüşüm ama!.


 Ve şunu anlıyorum sonunda. Ben ne çağımın ötesinde bir dahi, ne bir playboy kadar yakışıklı, ne bir multimilyarder ne de bir hayırsever değilim. Ama olmak istediğim şeyle şu an olduğum şeylerin arasında dağlar olması beni kamçılayabilecek tek şey. Saçma salak şeyler yazmadan gideyim ben en iyisi. Şarkılar rakıyla içilince kafa yapıyormuş; aslında rakı değilmiş o kafayı yapan.




Aşk ve Gurur


 Yazının başlıkla ilgisi hiç olmayacak; sadece başlığa yazacak birşey bulamadım ve dinlediğim albümün ismini bu yazıya vermeye karar verdim. Teoman'dan gelsin o zaman sıradaki şarkılar..

 Safranbolu'daki bir emlakçı (halk arasında emlakçı olarak biliniyor da benim kitabımda 'katıksız 7 ceddi sikişmiş orospu çocuğu' olarak geçiyor) 'Ailenizin gelip size ev tutarken kefil olması lazım, reşit misiniz' dedi de..

 Bir an düşündüm. Hiçbir seçimde oy kullanmayan ben (anarşistiz ya hıammınaa) reşit miydim? Ehliyetim yoktu; (john frusciante kredi kartı ve ehliyet kullanmıyomuş olooom. ben her ay 600 lira niye ekstre ödüyorsam) Tabi ev arkadaşlarımın atlayıp 'ehliyet var oy kullandık 22 yaşındayız' demesi de ayrı bir gaz verdi o emlakçının önündeki küllüğü şakağına geçirmek için.

 Neyse; konu aşk ve gurur olmayacağı gibi reşit olmak ya da emlakçının kırılacak şakak kemiği de olmayacak. Önümde 90 tuşlu oyuncu klavyesi varken hazır; bir de yazı patlatayım dedim bloga. Kafamda hala dün peşpeşe attığım tekilaların ağırlığı duruyor, son sigaram kalmış, 2 paket nescafe döktüğüm su bardağındaki nescafem de zinde tutmaya yeter sanırım. Teoman da hazır 'bana öyle bakma' diyor ya hani arkadan..

 Reşit olmak mevzu değil ama geçen gün twitter'da yazdığım 'uyumak için çok aç; yemek içinse çok yorgunum' (Hakan Günday'dan alıntıydı sanırım) sözümden sonra gerçekten de düzensizliğin dibine vurmuş hayatıma bir göz daha atmaya (2135235. kere) karar verdim. Yaşımın, genetik kodlamamın, stresin ve yaptığım işlerin getirisi olan dökülmeyi iyice ele almış saçlarım canımı iyice sıkmaya başlamışken cidden reşitliği geçmiş, genç olmak için de oldukça görmüş geçirmiş birisi olarak kabul edebilirim kendimi.

 Hakan Günday okumaya başladım yeniden. Çünkü o adamın Kinyas ve Kayra'yı yazmaya başladığı yaşta okumuştum o kitabı. Çok etkileyici gelmişti o yaşlarda. Özellikle her ergen gibi aileden uzaklaşıp kafa dinlemeye yer arayan bir kişiliğe sahipsen. Kronolojik olarak tüm külliyatı okuduktan ve hayatın birkaç kazığını yedikten sonra (evet bende kalamadım hayatta bakire; hayat koydu birkaç kere.) dedim ki; cidden hayatın saati benim için hep Teoman'ın 03.00 şarkısındaki gibi. Çok garip bir imgeleme yaptığımın farkındayım; kafam o kadar karmaşık ki şu anda nasıl açıklayabileceğim hakkında zerre fikrim yok.

 Dikkat spoiler içerir.

 Afrika'nın bende safari olayı dışında hiçbir çekiciliği olmamasına rağmen ufak yolculukları hoşuma gidiyordu. Adam öldürüp, sevişip, içki içip boş boş dolaşan 2 tane ergeni kim sevmez ki o yaşlarda? Hele ki elimde kalemle satır altları çizerek, boşluklara yazı yazarak, aforizmaları not düşerek okuyan ben için tamamen bir efsaneydi o 500 küsür sayfa. İlk bölümde ikilinin maceraları falan; çıldırtmıştı beni. Çünkü Hakan da küçüktü daha o kısmı yazıyorken. Aynı kafayla düşünüyorduk neredeyse.


 Kayra'nın yolu tamamen hiçliğe giden; zihin ölümü işini ciddiye almış bir şekilde ilerliyor. Ah; lise yıllarımda okuduğumda ne kadar da takdir etmiştim Kayra'yı! Sözünde durmuş, kendisine hayatta kalacağı ama hiçbir zaman eskisi gibi olamayacağı, düşünemeyeceği, iletişim kuramayacağı mezarını hazırlatmıştı. Anita ile ilişkisini anlayamamış; sadece kendisini o odaya gömüp boşlukta kaybolmasını istemiştim. Doğru yolda ilerleyen Kayra idi benim için. Adının anlamı kader olan adam kadere karşı gelmeliydi zaten.

 Kinyas'ın yoluysa tekrar ailesiyle olmaktı. Kardeşinin yakın arkadaşıyla evliliğe giden yolda yürüyüp korunmalı ilişkiye girerek, maaşlı bir işte çalışıp normal bir sistemin kölesi haline gelmekti. Hakan büyümüştü; ailenin önemini, sistemin getirdiği huzurlu köleliği anlatıyordu. O yaştaki kafamla anlamıyor olsam da hissediyordum aslında Kinyas'ın da kaderinin Kayra gibi olduğunu. İçinde taşıdığı HIV virüsünü sistemin huzurunda yok etmeye çalışıyordu Kinyas. Adı kin ve yas tan gelen adam. Zihin ölümünü sıradanlıkla gerçekleştiriyordu. Sistemin parçası olmak zihin gerektirmiyordu çünkü.

 Lise yıllarım bittikten sonra birkaç sene hiçbir kitaba falan dokunamadım. Çünkü o kadar fazla kült roman geçmişti ki elimden; hangisinin bana yol gösterebileceğini bilmiyordum. Zaten elimin altında Chuck Palahniuk vardı; Gösteri Peygamberi benim için yol haritasıydı o zamanki yaşamımda. Tepede zannediyordum kendimi yaşadıklarıma dayanarak. Otobüste gözgöze gelip aşık olup 2 durak sonra inen kızların aşk acılarını çekiyordum. Bütün dünyanın yükü omuzlarımda tribindeydim. Beni büyüten annem değil de o zamana kadar aşık olduğum kızlarmış gibi kızgındım hayata karşı. Aslında hiç aşık olmamıştım; çünkü üzerinden bir süre geçtikten sonra içimde pişmanlığa dair kırıntı bile kalmıyordu. Nefret ediyordum kendimden; yaptığım ve göz yumduğum yanlışlardan dolayı.

 Sonra büyüdüm. İlk oy kullanma hakkım verildiğinde hissetmedim bunu. 2. defa okudum Hakan Günday'ı. Piç'i okudum önce. İlk tepkim 'naapıyor bu amına kodumun salakları' oldu. Ergen benin verdiği tepki ise 'ohaaa manyak hayat tarzı lan buuu' olmuştu. Kinyas ve Kayra'ya kadar pek birşey geçmedi aklımdan ergenliğe dair. 'Az' da birkaç karşılaştırmam oldu sadece. Derda değildi benim hikayemdeki kahraman. Malafa, Zargana, Azil, Ziyan'ı kenara atmıştım çünkü onlar daha ağır kaçmıştı ergenliğim için. Tekrar incelemedim; sadece okuyup geçtim bunlar zevkine olsun diyerek.

 Sonra sıra Kinyas ve Kayra'ya geldiğinde tamamen o zamanki kafamın hangi torbacıya ait olduğunu merak etmeye başlamıştım. Çünkü gerçekten gereksiz gereksiz notlar almış, hiç olmayacak aforizmaların altını çizmiştim. Ölüme yaklaşan hastalıklı kadın döngüsü yerine 14 yaşındaki aşığı seçmişim altını çizmek için. Seksin iki tarafın da kazandığı bir spor olduğu aforizmayı siklememişim bile üstelik. İlk kısımlarında ilgi çekici birşey bulamadım fakat Hakan Günday da büyümüştü kitap 2. ve 3. kısıma geçtiğinde.

 Kayra'nın yolunda o kadar istemiştim ki Anita'yı sevmiş olmasını. O fahişenin Kayra gibi bir orospu çocuğundan daha büyük bir kalbi olabileceği o kadar göz önündeydi ki; Anita için üzülüyordum. Kayra siktir git evlen şu kızla mis gibi hayatını yaşa; ülken seni zaten dört gözle beklemiyordur diyordum içimden her sayfasında.

 Kinyas'ın yolu benim için daha çok şey ifade ediyordu. Ergen kafam Kinyas'ı plana ihanet etmiş gibi görüyordu çünkü. Zihin ölümü planlarını es geçip Kayra'yı terk ettiği için suçluydu gözümde Kinyas. Ailesinin yanında bok vardı çünkü. Ailesiyle 18 sene geçirmiş bir ergen için gerçekten hatalıydı.

 Ama ailemden 3 sene uzakta kaldıktan sonra o sayfaların hepsinin altını çizesim geldi. Kinyas ailesinin evinin zilini çaldığında ve annesi kapıyı açtığında; kardeşiyle ilk konuştuğunda, babası sırtını sıvazladığında yaşadım sanki o anları. Çünkü seni sevdiğine şüphen olmayacak insanların sana yakın olması gerçekten dünyanın tüm gerçek pisliklerine karşı bir durumdu. Sen ne yapmış olursan ol seni kabul edecek bir ailen olması önemliydi hayatta. Artık benim için Kinyas'tı doğruyu yapan. Kayra sadece kendi kazdığı mezara kıçına pamuk tıkılmadan gömülmüştü. Tolga'ydı artık Kinyas'ın benliği. Ve o da zihin ölümünü gerçekleştiriyordu. Unutmak için uyumak; kendini affetmek için sevmek..

 Ben de sevdiğim kızları göz önüne getirmeye çalıştım. Hani yazdıklarını birine göndermek isteyen Kinyas'ın sevdiği bir kadın olmuş olma ihtimalini düşünürken aklına hiçbir kadının gelmemesini hissederek. Hayatımı kollarında geçirmek istediğim kadınlar vardı geçmişimde; ama sadece birkaç rüyama konuk olup sonra senelerce görmediğim bir kadına ne kadar güvenebilirdim ki bu saatten sonra? Efla adlı yazıma bakacak olursak var tabi diyebiliriz ama en ağır aşık olduğuma karşı bile senelerce içimde nefret beslemiş bir adamdım. Gerçekten de yoktu 7 yaşımdan beri tuttuğum günlüğümü emanet edebileceğim bir kadın.. Gelip geçmişlerdi sadece hayatımdan. Sırtıma yaptırdığım melek dövmesini sildirdiğim zaman bitmişti zaten benim için tüm sevgi kırıntıları. Artık kızımın adını yazdırırdım kalbimin üzerine evlenip çocuğum olduktan sonra.

 Kinyas gibi kendimi affetmek için sevmiştim sanırım. Geçmişimde 8 sene saf kötülük yoktu ama kendime olan nefretimi geçirmek için sevmiştim. O zamanlar dinlediğim buhranlı aşk şarkılarının gereğiydi bunlar. İzlediğim aşk filmlerinde erkeğin yapması gerekenleri yapmaya çalışıyordum. Titanic'i her izlediğimde Jack'i takdir ediyordum fakat yerinde ben olsam Rose'u o kütükten aşağı atardım herhalde. Çünkü kördüm. Yapmaya çalıştığım şeylerle yaptıklarım arasında uçurumlar vardı. Düşünceler mükemmel fakat davranışlar kusurlu olurdu zaten hep.

 Şimdi bu yazıyı sayfalarca yazabilirim; hatta bu bloga yazmaya başladığım zaman bir romana başlasam Kinyas ve Kayra trilojisi oluşturabilirdim.  Fakat bu yazdıklarım sadece seneler sonra okumak için. Ergenliğimde neden bedenimi eskitip, saçlarımı kaybetme pahasına düzensiz beslenip sigara içtiğimi, uykusuz kaldığımı bir zaman sonra hatırlamayacağım. İleride bunların hiçbirisi aklıma gelmeyecek çünkü. Şu anda bunalımlar, depresyonlar yaşıyorum ve bunları yazıyorum evet ama sonraları kayınbiraderimle balkonda çay içerken oturup da 20 li yaşların başında duşta ağladığım günlerin muhabbetini yapmayacağım. Yazıyorum çünkü Teoman çok güzel söylüyor Ortaçgil ile beraber. Yazıyorum çünkü Can Dündar aşkı çok güzel tarif ediyor. Yazıyorum çünkü Hakan Günday da bütün karakterlerini bunalımdan bunalıma sokuyor. Yazıyorum çünkü kız bloglarında; meme fotoğraflarıyla dolu olan tumblr'larda atasözü edasıyla yazan, iki satırlığı binlerce beğeni alan aforizmacılardan değilim. Artık aforizma görüp çıldıran bir ergen değilim. Sabahattin Ali, Yusuf Atılgan, Oğuz Atay, Ömer Seyfettin, Peyami Safa, Emrah Serbes varken delirmiyorum Hakan Günday'ın bohem karakterleri için. Ama Hakan abiye ölene kadar sonsuz saygı duyacağım; orası ayrı.

 Kendim için yazıyorum aslında. Birkaç süslü cümle ve fotoğrafla süsleyip yazı yazarak karı kız kaldırma amacım yok. İleride gülünç gelmesi için, şimdilik unutmak için yazıyorum. 15 yaşında yurttan kaçıp kavga ettiğimi, 18'li yaşlarımda duşta ağladığımı, 20 yaşımda bileklerimi dikine kesmeyi düşündüğümü, 22 yaşımda bir emlakçıyı benim 4 sene önce seçme ve seçilme hakkı kazandığımı görmezden geldiği için onu öldürmeyi istediğimi unutmak için yazıyorum. Ve yıllar geçtikçe bazı şeylerin öylesine anlamsızlaştığını fark ediyorum ki; beynimi uyuşturmak için geleceğimin ona bağlı olmadığı bir online oyun için turnuva turnuva koşturuyorum mesela. Aşık olmak istemiyorum 2 senedir. Çünkü uyuşmak istiyorum biraz daha. Belki de hala kitabın ilk kısmındayım. Önüme gelene ilgi duyuyorum fakat ne Kayra gibi Anita'mı bulabildim ne de Kinyas gibi Melis'imi. Daha önceki yazılarımda hep kullandığım bir sözdür 'ceplerime birkaç gitar riffi doldurup gitmek istiyorum buralardan'.

 Rafa kaldırıyorum artık Kinyas'ı da Kayra'yı da hayatımda. Benim yolum tek başıma çünkü; ne kadınlarını sarhoş edip döven, hayranı olduğum bir katil var hayatımda; ne de davamıza ihanet edip taşıdığı virüse rağmen yeni bir hayat kurmaya çalışan; beni terk edecek bir orospu çocuğu kan kardeşim.

   Kayra'nın dediği gibi aslında şimdilik. Hiçbir şey yok! 

  Ama Kinyas gibi bitireceğim başkalarının hayatlarının gölgelerinde yaşadığım sanrılarımı. 'Herşey var' diyeceğim. Çünkü herşey olacak!


 Fakat ben ailemle olmak istiyorum. Dışarıdan gören gözlere 'iyiyim' deyişim beden sağlığımın doğruluğu olur; diğerini zaten ben istediğim kişiye uyandırırım. Çok büyük bir yanlış yaptığımın farkındayım; geceleri sabah ezanına kadar gözlerimin açık olmasının doğru olmadığının da farkındayım. Çünkü bu hayatta hiçbir zaman kemik köpeğe gitmez. Köpeğin kemiği alması gerekiyor. Ama bilmiyorum. Sadece beynimi uyuşturup yazıyorum. Kendi yolumu çizeceğim zamana kadar uyuşuk bir şekilde geziyorum. Sağlam temellerle inşa etmediğim geleceğimin çökeceği güne kadar birkaç hayal görmeye başlayacağım. İşte o zaman açıp okuyacağım bu sayfaları. İşte o zaman  'Sen buydun; ve hiçbir zaman değişmeyeceksin. Bunlar sadece anlık yanılgıların. Para mı kazanıyorsun? Bak tüm gençliğinde zaten çalışmışsın. Aşık mısın? Bak yıllarca bir sürü farklı kızla hep aynı hayalleri kurmuşsun. Düzenli işin mi var? Bak; bir yaz tatili boyunca yaşıtların güneşlenirken sen dükkan açmışsın her sabah. Bunalımdasın ve ölmeyi mi umuyorsun? 20 yaşında bileklerini kesiyordun seni geri zekalı!' diyeceğim kendime.

 Yazdıkça dağılıyorum; gün doğmasına az kaldı ve gök gürültüsü iyice kendini aşmış durumda. Teoman da bitmiş durumda; belki birkaç parça da David Bowie'den dinlerim. Şimdiye kadar bu blogda kayıtlı 220 tane taslak, 123 tane de yayımlanmış yazı oldu. Hiçbirisinde kendimi birisine ifade etmeye çalışmadım; hiç oturup da giriş ve gelişmenin sonuçla akraba olmasını istemedim. Kafama göre yazdım; aklıma geleni, kızdığımı, o an çalan melodilerin hissettirdiklerini.. Bu gece de kafamın ağırlığıyla, uykusuzluğumla, gök gürültüsüyle, uyuşmuşluğumla yazdım. En başta dediğim gibi; başlık anlamsız oldu konuyla. Fakat konu da içeriği andırmadı hiçbir satırda.

 Açıkçası şu anda bu yazdıklarımı baştan kontrol edip öyle yayınlamam gerekiyor fakat bunları yapamayacak kadar yorgunum. Ve son birkaç haftadır gün aydınlanmadan uyuyakalıyorum masanın başında. Sanırım yaşlanıyorum; ya da biyolojik saatim depresyonumla savaşıyor.


 Her yazımı bir şarkıyla süslerim bu blogda. Fakat bunca dağınıklığı toparlayacak bir parça bulamam gibi. Başlığa adını veren albüm de 3. satırda falan bitmişti zaten. O zaman son  yer imlerimden birisini paylaşayım sizinle. Estas Tonne ülke ülke gezip istediği yere tezgahı kurup gitarını çalan bir çağımız dervişi benim gözümde. Eğer bir gün Taksim'de falan rastlarsam durup dinleyeceğim kendisini hiç sıkılmadan. Birkaç içi boş aforizmayla daha doldurmadan buraları; veda edeyim şimdilik. İleride bunları okuduğumda bu kafayı yaşamak için kafama sıkmam gerekeceğini de ekleyeyim gitmeden.


                                    



Eflâ

Lise yıllarımda okumuştum Kinyas ve Kayra'yı. Kinyas uygun, olumlu, dayanıklı anlamlarına gelirken Kayra sadece 'kader' demekti. 2 farklı kişiliğin uyumsuzluğunun aslında ne kadar heyecanlı olabileceğini gördüm. Ve ilk sayfasında bulunan söz hoşuma gidiyordu her açtığımda.

                                     'OMNES VULNERANT ULTIMA NECAT'
                                         Hepsi yaralar; sonuncusu öldürür.


Aslında ölmesine çeyrek kalmış herkesi pişman etmeye çalışan hastalıklı, yaşlı kadının ilgi çekmesi gerekirken o zamanın kafasıyla bir önceki sayfasına takılmıştım ben. Eflâ. 14 yaşındayken bir ay aşık kalınabilinir mi diye merak etmiştim. Tabi o sırada otobüste yolculuk yapıyordum ki 'Hiçbir yere ait olmayanlar her yere aitmiş gibi davranırlar' sözünün altını çizmişim. Arka fonda da 'O yar senin derlerse de on koyun kurbanım var' diyerek yardıran bir Ankaralı.

 Bir kısmını koparıp arkasına numaramı yazıp dinlenme tesisinde tanıştığım bir kıza vermişim en son boş sayfasının. Neler yazdığını hatırlamıyorum yırtık kısmında. Üstelik de silinip gitmiş kurşun kalemle yazdığım satırlar ama o zamandan hatırlayabildiğim kadarıyla benim de hayatımda bir Eflâ olmuştu. Ben de en arkasına yazmıştım hikayemi, özlemimi. Zaten tam 1 sene sonra rüyalarımdan uyanıp hiçbirşey hatırlamayacaktım.

   Eflâ... fazlalıklarını bir kenara bırakırsak; Efla.

 O kadar çok özlemiştim ki bana birkaç ay aşık olmuş gibi hissettiren kadını. Bense o sırada duygusuz ve normal bir hayata kapılabilecek kadar uyuşuktum.

 Yıllar geçti üzerinden ve bana sadece bir içki karşılığında gözlerini seyrettirme fırsatı tanıdı. Bir zamanlar kısa bir süre nefret ettiğim kadına; o kocaman gözlere bakıyorum da, 'Yatayım mı göğsüne? zaten bana hep bir rüya kadar yakındın; uyandığında boğazımı kesmiş olman gerçekten pek de umrumda olmayabilir o huzura ulaştırdıktan sonra.'

 Özlem bir süre sonra insanı psikopat yapabiliyor sanırım.

 Ya da 48 saattir uyumamanın ve otobüsün camına yasladığım kafamın ağırlığından biraz salaklaştım.

 Bilmiyorum Efla. Belki bu sefer de gözlerinin içine baka baka içindeki bana dair tüm duyguları öldürebilirim. Birşey hissetmediğini söylerken senden daha güzel bir kıza gülümsemiş olmamı kıskanmazsın belki. Aslında biz o gece ölmeliydik. Şarap içip küvette sevişirken. Başım göğsünde kalmalıydı belki de; o dolunay ışığının altında ölmeliydik ikimiz de.

 Sol yanımdaki....-- diye başlayan cümlenin sonrası yok çünkü dinlenme tesisinde tanıştığım Muğla'lı kıza numaramı vermek için sayfanın alt kısmını yırttım öküz gibi. Malım çünkü ben. Her sayfasında altı çizili cümleler olan; boş bütün kısımlarında satırlar dolusu yazılar olan kitabımı bir süre kaybettiğim gerçeğini ortaya koyarsak; değil bir kalbe sahip çıkmak; bana tavşan bile emanet edilemez bu devirde. Aç kalırsam keser yerim. Haadi grş.

'sorarlarsa, "ne iş yaptın bu dünyada?" diye, rahatça verebilirim yanıtını: "yalnız kaldım. kalabildim! altı milyarın arasına doğdum ve hiç birine çarpmadan geçtim aralarından...'




Dağınık



 Selam millet. Kaç sene oldu yazmayalı? Aa, en son şubatta yazmışım kapatıyoruz patron çıldırdı pantolonları indirdik arka rafta bekliyoruz diye.
 Valla geçen sürede elimde avucumda ibretlik hikaye biriktirdim diyemem. En son salıncak kurup deve s.kme peşinde olan birkaç arkadaşla uğraşıyordum. Malum; stajyere tarih boyunca kimse hakkını vermemiş bana mı vereceklerdi? Ben de bıraktım zaten.

 Bloga girmeyeli de uzun zaman oldu. Çoğu gönderinin altındaki videolar falan silinmiş. Yenilemekle işsiz bir anımda uğraşabilirim. Şimdilik kafam zilyon tane saçmalıkla dolu zaten. Bu yazı da neyle ilgili olduğu ve olacağı belli olmayan bir karalama olacak gibi. Ama bilmiyorum ya; hadi başlayalım bari. Önce bir şarkı verelim mi ?


                                 


 Geçen sene mi ne sevgilime söz verdiydim Fransızca öğrenicem diye. Neden böyle bir mallık yaptığımı da bilmiyorum zaten. Fransızca şarkı dinleyip Amelie'yi kesik kesik izlemekle öğrenilmiyormuş meret. Neyse online bir oyun bulup Fransızca diline çevirip 2 sene oynarsam ana dilim gibi konuşurum zaten.


 O bu değil de annemle beraber öyle eski fotoğraflara bakayım biraz dedim. Liseden sonra bir insanın talihi hiç mi düzelmez lan. Tüm üniversiteyi sivilceli olarak mı geçireceğim ben yani? Tamam lisede koca g.tlü tıfıl bi çocuktuk da üniversitede mi girdim lan ben ergenliğe? Çünkü davranışlarım da onu göstermeye başlamıştı. Ailemin yanında durmak istemiyor, hep yeni birşeyler keşfedip karşı cinsle takılmak istiyordum. Neden bilmiyordum ama hiç ortasını bulamadığımdan dolayı çok çarpık ilişkiler yaşadım. Hoşlanamadım; tanıştığımın akşamına arkadaşlarıma anlattım; tüyo verin az lan diye ağladım. Gittim aşık oldum gülüşüne, ya da nefret ettim ama yüzüne karşı söyleyemedim. Seni seviyorum'lar dı aslında nefretim. Kimseyle ilgili çıkıp da 'olm evlenirim bunla ben' diye düşünmedim. Hiçbirisini anneme benzetemedim; kucağımda saçlarını okşarken kollarımı boynuna dolayıp öpmedim. Dışarıdan bakılsa seviyorum sanarlardı ama kelebek at sikine hiç bu kadar da yakışmazdı. Bilmiyorum; yürütemedim. Pişman olduğum da oldu umursamadığım da. Ama şimdi geriye dönüp o fotoğraflara baktığımda hala 'çok tatlıymışız aslında lan' diyebiliyorum. Neden bilmiyorum ama hep kendimden birşeyler katmak istiyordum. Sonuçta azımsanamayacak uzunlukta yalnızlıkların üzerine geliyorlardı ve ben her yalnızlığımda biraz daha geliştiriyordum kendimi.

 En azından yaşımız küçüktü; kimseyle ay ışığında şarap içip küvette sevişirken ölemezdim yani. Ne kadar tutkulu ilişki olursa olsun sabahları yiyeceğim trip yine 3. günaydın mesajından sonra 'hmm sn uyuyysn hla snrm .ss' olucaktı yani. Yaşıtlarımın çoğu porno sitelerde fink atarken ben neden internette mirket ve hamster g.tü fotoğraflarına ''auuuvvv çok tatlı sefgilim yhaa .d'' diyordum? Yani ayranı bile kola gibi yapan mekanlarda gömme tavuk yemek varken ben neden sevmediğim salata tiplerine dünyanın parasını domalıyordum ki? Sezar salatanın başında çekilmiş fotoğraflarım için tıklayınız. 

 Fotoğraf falan yok link de değil o zaten de; durum buydu yani. Lan olm ben bildiğin dalyarak bi ergenmişim zamanında ya la. Sevgililer günleri zaten efsane oluyordu. Aile arasında ufak bir parti. Zxcxasdasd. Yok öyle birşey. Mert'le gidip it gibi içki içiyorduk o gün. 14 şubat'ta ikimizi de kimse bulamazdı. Şimdi kızlar 'ıyy amk kekoları' diyecek ama dur bi dinle ya.

 Rusya'nın 11.547 km menzilli füze yaptığı devirde ülkemiz hala yüzebilen dozer yapmakla övünüyorken kızlarımızın durumu ne olabilirdi ki? Yani ben ülkede bir tane baba görmedim 'kızımı 10'da eve bırakacaksın evlat' diyen. Yabancı filmlere çok özendiğim söylenemez tabi; çünkü birşey olduğunda ilk senin tepene çöküleceği belli. Ama yine de gönül isterdi öyle olmasını.. Neyse ki sonra çözümünü buldum; serseriler aşık olmaz arzularlar deyip çıktım işin içinden.

 Neyse mevzu bu yani. Çok saçma salak şeylere yormuşum zamanında kafamı. Şimdilerde rahat gibiyim; en azından sivilcem yok ve her dakika karşı cinsi arzulamıyorum. Akşam yemeğinden sonra emekli amcaların gittiği türden çay bahçelerinde takılıp geceleri bilardo oynuyorum. Zamanın az olduğu kadar değerli olduğunun da bilincindeyim ve dolu dolu geçirmeye çalışıyorum. Yine uzun bir yalnızlık biriktiriyorum anlayacağınız. Sıradaki şanslıya sadece sabır dileyebilirim. Çünkü o ergen fikirleri üzerimden attığımdan beri sadece teorideyim; pratiğini yapma fırsatım olmadı. Ya da ne bileyim; çok fazla zamana bıraktım hayatı. Rüzgar benim yelkenlerimi doldurana kadar kıyıda ufak balıklarla uğraşacağım gibi..

  Az şu resimlere bak ya. Düzgün bi klip bari çekeydiniz.





Arada sırada uğrayacağım artık. Kapattık diye de unutmadık yazmayı elbet. Ha bu arada Tony Stark olma okulunda 4. seneme başlayacağım eheheuhehe. ßß.



Kapanış

 Kaç sene oldu hala adam olabilmiş değilim gibi. Hadi ne zamandır adam olamadığımı bir kenara bırakalım; 2008'de bu blogu açtığımda hiçbir beklentim ve amacım yoktu. Sadece içimden geldiği zamanlarda yazacaktım.

 Yüzlerce yazı, onlardan daha fazla taslak, yayından kalkanlar, hiç yayınlanmayanlar falan derken 1000'den fazla yazı olmuş buralarda.. Birkaç gündür onların hepsini okumakla uğraştım. Gençmişim, aklım başımda değilmiş diyorum taa ki son birkaç yazıya kadar. Hayatımı hep olduğu gibi yalın bir halde aktarmışım satırlara. Sonra hiçbirşey beklemeden 'eyvallah; görüşmek üzere' demişim sayfa sonlarında.

 Bu sefer laf olsun diye yazıyı gereksiz yere uzatmayacağım. Sıkıldım gerçekten artık. Yeter; yıllardır yolunda gitmeyen şeyler için hep evreni ve kaderi suçladım. Hiçbir şeye elimi sürmeden oturduğum yerden birisinin gelip hayatımı değiştirebileceğine inandım. Birileri hep geldiler, biraz vakit sonrasında hep gittiler. Benim için değişen birşey yoktu; çünkü kendi kararsızlığım ve mutsuzluğumdan ödün verip hiç fedakarlık yapmadım. Sadece kafamı öne eğip bana gelen rüzgarın yüzüme umarsızca vurmasına göz yumdum.

 Hadi onu bunu da siktir ettim; ben bu koca kıçımı kaldırmadan daha birşey düzelmeyecek gibi. Ben hayatımı düzeltmeye gidiyorum.

 Her neyse; siktir et. Kapatıyorum blogu falan. Dağılın.

Burayı terket.

Beyin-Küfür-Lol

 Ya varya. Ya şuanda acayip sinirliyim. Baştan uyarıyorum bak bu yazı tonla küfür, hakaret, ağır söz vs içerecek. Hatta %95 bile diyebilirim. Ucu dokunsun dokunmasın kim varsa da sikimde bile değil artık. Harbiden de yeter diyorum ya. Burada kime küfür ettiysem, sövdüysem karşıma çıkıp sakın 2 kelime etmeye kalkmasın kafasını duvara sürterim. Ciddiyim. Bulursam zaten sürtücem birde kendi ayağıyla gelmesin yani.

 Bu anasını siktiğim tatlı, cici, mutlu mesut, kendilerinden bile habersiz aptal ve bilinçsiz insanlar barındıran dünyada aklını sike sürebileceğimiz doğru düzgün adam yok mu lan? Yok mu ya. Ya en başından başlayalım. Siktiğim okuluna yolladınız beni iyi güzel. İlk öğrenimi göreceğim yerde 70 tane sik kafalı bebe ile hocanın sesini bile neredeyse hiç duyamadan 5 sene geçirdim. İlk okuyabildiğim kelime 'Televizyon' du mesela.

 İlginçtir, hiç unutamam. Babam gazetenin verdiği bulmaca ekinin kenarına sözcükler yazıp dururdu her akşam. Ne zaman okumayı öğreneceğim diye merak ediyordu. İlk onu doğru düzgün bir şekilde okuyabildiğimi fark ettim. Sonrasında bağımlısı oldum. Pokemonuydu, şirinleriydi falan derken çocukluğumun büyük travmalarını geçirip kendime müthiş hayal gücüm aracılığıyla süper kahramanlardan arkadaşlar, örnek alınası kişilikler edindim.
 
 Her neyse, son 4 senedir falan hiç televizyon seyretmedim. Yani kendi irademle oturup bir kanalı açıp karşısına geçip birşey izlemedim. Arkadaş ortamlarında, aile ziyaretlerinde vs televizyona maruz kaldığım ilk yarım saat sonunda beynime ağrılar girmeye başlıyor artık o derece nefret ediyorum. Niye mi? Çünkü en sevdiğim şeydi ve ilk okumayı öğrendiğimde onu telaffuz etmiştim.

 Sonra ne zamandı bilmiyorum; çarpım tablosu. Annemin büyük yardımları sonucunda ezberlemiştim. Onun da hikayesi ayrı tabi. Annem her akşam yatağımı sererken 5'lerden başlatırdı beni yanına dikip saydırmaya. 1 Hafta sonra bu olaydan sıkılıp oturup bi kere tamamen kendimi verip ezberlemiştim. Sonra çarpım tablosundan nefret etmedim çünkü içerisinde hiç rakam olmayan matematik sorularıyla karşılaştım.

 Ya sizin vereceğiniz diferansiyel denklemler dersini sikeyim üniversite gibi. Anasını siktiğim şu kolaycacık dersi bile cacığa dahi doğranmayacak heriflerin eline düşürdünüz ya ne diyeyim size akademik yönetimini siktiğim yeri.

 Ya dur derslere sonra başka bir yazıda söverim daha saçlarım tam dökülmüş değil nasılsa. (Makine mühendisliği 2. sınıfım ve saçlarımın ne kadarının döküldüğünü arada oturup hesaplıyorum siz düşünün.)

 Amk kezbanları. Sizin ben gelmişinizi geçmişinizi sikeyim. Haa, dur bak şimdi burada en başta sezar'ın hakkını sezar'a verelim. Ya tamam bacım biz dünyanın en yakışıklı erkek nüfusuna sahip milleti değiliz. Kibar değiliz, centilmen değiliz, zeus heykeli gibi boy pos vücut da yok. Ama evde bütün gün sidikli amınızı kaşıyıp kaşıyıp sonra gelip orada burda 'odonösli örkök östöyöm bön yoaa' demeyin ya. Valla demeyin. Artık gına geldi amına koyayım. Ya bak her seferinde kızdır hadi narindir, kırılgandır, gelecekte anne olacaktır, babasının anasının bir tanesi olarak yetişmiştir nazlıdır falan anlarım deyip deyip tepeme çıkarıyorum bir kezban bulup. Sonra vakti geldiğinde ayısı da krosu da marabası da ben oluyorum bu ilişkinin. Ya siktiğim dünyasında sevgi ve samimiyet bu kadar pahalı da orospuluk bu kadar ucuz muydu lan? O bacak aranı elbet bir gün açacaksın birine tamam ama (burası biraz tepki çekebilir; bilirsiniz genellemelerim genelde istisnaları kapsar ve önemsizdir) bunu yapmadan önce o sikik dilini kaç tane herifin gırtlağına soktun? Söylediğin sayıyı 3 ile çarpmayı da ihmal etmeyeceğim merak etme.

Ufak ufak gidiyoruz, bahsedilecek çok konu, edilecek çok küfür var daha çünkü.

 Ya, sen. Evet sen. Ortamın 'piç adamı' diye tabir edilen yavşak, yüzsüz, karaktersiz göt oğlanı. Eve gittiğinde 'beyler keraneye nasıl girebilirim' diye inci sözlüğe başlık açıp yüzyılın ayarını yiyor, arkadaş ortamlarında en kral am nasıl yalanır onu anlatıyor. Ya sen nasıl bir orospu çocuğusun ki istemeye istemeye selam verildiği halde hala çıkarına nazaran o ortamda durabiliyorsun? Algın mı kıt? Yoksa günde 9 defa mastürbasyon yaptığı için vücudundaki kanın %90'ını taşaklarında taşıyan, bu yüzden beyni kansızlıktan kuruyan bir ergen olarak büyüyemedinmi hala?

 Yazının bu kısmına kadarki imlâ hatalarına gözü takılan mükemmeliyyetçi (tek y de olabilir, bilmiyorum ama şuanda zaten oraya gözü takılana sövüyorum.) senin de amına koyayım. Hayat sana güzel tabi herşeyin mükemmel olmasını arzulayarak hayatın asıl gerçeklerinden bihaber bir şekilde kafanı sokuşturduğun o kumun içinde mutlusun. Siktir git sende git.

 Ufak ufak beni bu yazıyı yazacak kadar sinirlendiren am hoşaflarına doğru yaklaşıyoruz ama birkaç bahsetmem gereken tip daha var arada.

 Senin o entel görünecem diye boynuna taktığın fuları ananın.. neyse dur anayı karıştırmayayım. Senin o boynuna taktığın fuları sikeyim cici çocuk. 2 tane am için bütün erkekleri kötüleyip yalakası olduğun kız kankalarına sırf belki içirip sikerim umuduyla 'yaa Berkcan zaten seni hak etmiyordu sen daha iyilerine layıksın, önemli olan senin mutluluğun' edebiyatı yaptığın ağzını sikeyim. O kız Berkcan'dan sonra karşısına Bill Cosby gelse 'ben insanlara güvenemiyorum yaa' der ama sikik tipli, cüzdanı kalın kekonun biri gelince de seni ve Berkcan'ı siklemeden direk kucağına atlar. Anlıyo musun abazalıktan beynini am bürümüş sokuk herif? Bırak kızlar kendi sorunlarını iki kaşık nutella ve birkaç rulo peçeteyle halletsinler. Senin vereceğin sikik tavsiyeler sadece onların egolarını tatmin etmekle kalacak çünkü. Ya az beynini çalıştır ya.

 Allah'ım yaratıyorsun takip etmeyi bırakıyorsun yapma etme kurbanın olayım ya.

 Ülkenin anasını sikebildikleri kadar siktiler zaten bu yüzden siyasi mevzulara hiç dalasım bile yok. Anca bizim sığır milletimizin g.tü sikilmekten kangren olacak; o zaman akılları başlarına gelecek.

 Gelgelelim bu yazıyı bana yazdıran asıl sebebe.

 Ya ben bu siktiğim oyununu (League of Legends) senelerdir oynuyorum. Sayısız maç attım, izlemediğim turnuva maçı kalmadı sayılır, 3 sezondur ne oluyor ne bitiyor her bokundan haberim var. İyi yada kötü oynuyorum diye bir yorum yapmak istemiyorum; çünkü hiçbir zaman iddiam olmadı ama savunduğum tek birşey var o da doublelift reyizin dediği gibi; 'Ben en iyisiyim, geri kalan herkes çöp.'

 Neyse egomu sikeyim, devam edelim. Ya ben bu siktiğim oyununda bir gün adam akıllı zevk alarak oynayamayacak mıyım ya. Gardaş bu gözler neler gördü; anlatsam Stephen King romanlarından daha fazla cildi çıkar ama en son gördüğüm şeye geliyorum. Bizzat bu konuşma geçti aramızda.

 x, y, z, t, Chensy (ben) odaya katıldı.
           x: Beyler aranızda Allah'a söven var mı?
Chensy : Yok la durup dururken niye sövelim Allah'a şimdi.
          x: Hayır söven varsa şimdiden söyleyeyim de trollüyecem. Müslüman değil misiniz siz?
         y: Tabiki öyleyiz de durup dururken nereden çıktı bu şimdi?
         t: Birader oyununa baksın herkes sanane kimin kime sövüp sövmediğinden?
        x: Chensy müslüman değil misin sen? (Lan kabak bana niye patladıysa)
Chensy: Müslümanız da şimdi bunun oyunla alakası nedir? İyi oynamazsan sana söverim zaten Allah'ı niye karıştırayım işin içine. (Ya o oyun başında falan trollüyorum diyerekten gereksiz yere öl senin anandan girip 7 sülalenden çıkmazsam ibneyim)
       x: Haa sövüyosun yani. Sen Allah'a da sövüyorsundur kesin. Trollüyorum ben beyler.
Chensy: İyi de güzel kardeşim bir kişi söven olsa bile bu kalanların hakkına geçmen demek değil mi? (Sövme mevzusu sikimde değil ya ben o anlık alacağım puana bakıyorum sövenin g.tüne soksunlar diğer tarafta kazığı niye burada ben uğraşacam)
       x: Trollüyorum sus.
Chensy: Lan beyin hücrelerini siktiğim dangalağı bana kızdın diye bu 3 adamın günahı ne ben sana ne dedim zaten?


Aklımdan o an matrix filminde o yeşil arka plandan akan sayılar gibi bir sürü şey geçti.
1- Ya sen Metatron musun be orospu çocuğu? Sana ne kimin tanrıya, Allah'a, kitaba vs sövdüğünden?
2- Skype vs vereceksen (yiyosa) ver de erkek gibi de bizde birşeyler ayarlayalım değil mi?
3- Bu soktuğum oyununu 5 kişi oynuyoruz değil mi? Seni sayma, 4. Ya bu anasını siktiğim oyununda hadi biri sövdü yine diyelim. Diğer 3 kişinin hakkına girmiyor musun? Bu mu müslümanlık anlayışın?
4- Hangi cemaat evinde kalıyorsun da porno izleme faslınız bitip oyuna geçtiniz?
5- Ya sen why so orospu çocuğu ya?
... Diye gidiyor işte. Neyse, oyunu kaybettik. Sonraki oyun geldi.

 Aramızda ormancı ile geçen muhabbet; (orta koridordayım)
Chensy: Daha 2 lvl'ım gelmene gerek yok zaten ben rahatım burada totemim de var.
Ormancı: Tamam ittiririz biraz ne olacak buffların süresi geçmesin. (Bak kafaya bak.)
Chensy: Dalış yapma kulenin altına sakın..
 Demeye kalmadan gelip karşımdaki adama tüm güçlendirmeleri ve ilk kanı vermez mi.. Tamam hadi çocuktur yaptı bi hata. Zaten Gragas'a karşı LeBlanc oynuyorum her türlü laneyi alacam istediği kadar skor alsın.
 Neyse bu gitti dolaştı biraz ortalıkta. Mavi güçlendirme süresi geldi.
(Bu siktiğim güçlendirmesi ormancı çok çok geride kalmadı ise 2. seferde orta koridora verilir. Ama siktiğim Türkiye serverında para lazım olduğu için, mana çabuk bittiği için, enerji yetmediği için, ifrit keserken bekleme süresinde azalma lazım olduğu için ormancıdan başkasına verilmez. Sen kesiyorsan bile gelip çarp atarlar.)
 Ben ufak ufak yaklaşıp geliyorum işareti verdim. Aldığım cevap şu;
Ormancı: Sana vereyim de adama taşı dimi? Ben alıcam sana yok mavi falan. (Zaten o anda bi 'ananın amına sok onu ya orospu evladı' geldi ağzıma da sustum.)
Chensy: La olm ben ölmedim ki hiç zaten adamı da dürtüyorum ver  de rahat dürteyim.
Ormancı: Yok öyle birşey sen unut bunu.

 Baktım karşımdaki gragas paşalar gibi almış mavisini, totemini itemini gelmiş. Hadi mavim yok diye koridoru ona terk edecek değilim. Ama adam 3 saniyede bir de fıçı atıyor manası bitmiyor. Ben bi dürteyim derken mana dibi görüyor. E haliyle bizim ormancı hayalet vs ile uğraşırken karşı ormancı da gelip beni kesince başlıyor muhabbet.

 Solo: Lb ile gragasa ezilen ilk seni görüyorum amına kodumun malı. (He karşıtını aldık diye tek atıcam zaten)
 Adc: Farm yap bence daha fazla uğrasma adamla (Adamın 3 katı yaptım neredeyse. Siktiğim mavisi olsa 2 atıcam kekoya)
Support: Neden totem atmıyorsun ölüsünü siktiğim? (Totemden sorumlu devlet bakanı o.ç)
Ormancı: /all gg beyler report lb orospu çocuğu kastırdı (İlk kanı dökülen amı yarık gelin gibi bağırmasından belli zaten herşey)

 Ya size ben o bilgisayarı alan ananızın babanızın amına koyayım ya. Ya ben bu siktiğim oyununda 0/8 giden adama bile moral olsun diye 'sıkma canını takım savaşlarında toparlarsın' diyorum. Adamlar gelmiş daha ilk ölümümde bahaneleri üretiyorlar. Ya bu siktiğim oyunu takımla oynanıyor değil mi? 0/55 falan değiliz ya daha bir kere öldük herkes faturayı bize kesiyor. Skor tabelasında 0/4 olan adam bile gelmiş bana suç bulmaya çalışıyor.

 Bu anasını siktiğim oyununu günde 27 milyon kişi oynuyor. Ve en az 3/4 ü 15 yaş altı beyinsiz am suratlılardan oluşuyor. Oyuna sadece içindeki vahşet ve eziklik duygusunu tatmin edebilmek için giriyorlar, milletin oyununu sikip atıyorlar. Yaptıkları şey sadece salak salak oynamak ve sövmek. Başka hiçbir sik bilmiyorlar. En sonunda internet cafeleri dolaşıp bu oyunu oynayanları izleyeceğim. Söven olursa, salak salak hareketler yapan ve hala suçu başkasına atan olursa kafasını o klavyeye yapıştıracam. En sonunda yapacam bunu ya gerçekten yapıcam. Siktiğim oyununda 3 karakterden fazla bilmeyen 12 yaşındaki çocuktan küfür yemek zorunda mıyım lan ben? Yeter amına kodumun bebelerinden çektiğim. Eskiden telefon numaralarını aldığım klavye delikanlılarının hepsi sadece sövüp kapatıyordu. En sonunda online oyun yüzünden cinayet işleyip cezası neyse yatıcam o olacak ya.


Çok saçma salak sikik sokuk bi yazı oldu ama hayırlısı. Ya siktiğim beyinsizleri oynamayın şu oyunu oynamayın ya. Daha fazla katletme skoru istiyorsan git cs oyna, age of oyna. Ama benim oyunumu gelip sikik sebeplerden dolayı zehir de etme.

 Harbi diyorum o nicklerin hepsi aklımda. Umarım yaşarken birisine rastlarım da onu çıktığı anasının amına geri sokarım.

Hadi siktirin gidin sizde ya. Valla sinirden çatlayacağım artık. 1 senedir yalnızlıktan dolayı hiçbirşeye sarmadım, bu oyunla moral buluyordum, bu oyunla rahatlıyordum onun da anasını siktiniz siktiğim ergenleri.


Bir Araya Gelemeyiz?


 Her gece uyumadan önce saatlerce mesajlaşabileceğim, sabah günaydın mesajını alıp gülümseyeceğim, kahvaltı hazırlayacağım, bu gökyüzü olmayan şehirde boş boş bile olsa gezmekten zevk alabileceğim birisini istiyorum ben hayatımda. Hatta sigarayı bırakıp, sağlıklı beslenip spor yapıp zamanımı sadece onu mutlu etmeye harcayacağım. Er ya da geç birisi girecek hayatıma; ve ben de ona geç kaldığı için kızmayacağım bile. Bu kadar süre boyunca kendisini nasıl sevdirip nasıl özlettiğini anlatacağım. Onu çok seveceğim, eminim. Zihnimin en derinliklerindeki sırlarımı ona sunacak kadar güvenip, başımı onun dizlerine koyduğumda kendimi bulutların üzerinde hissedecek kadar mutlu olmak istiyorum. Sadece güven ve mutluluk istiyorum. Bana güldüğünde parlayan bir çift gözün içimi ısıtacağı günü bekliyorum.

  Yaşlanıyorum; enerjimi kaybediyorum fakat umudum sapasağlam duruyor. Bugünlerdeki enerjimle yaptığım planları o günlerde ne kadar yorgun olsam bile gerçekleştireceğime inanıyorum. Seni şimdiden biliyorum bebeğim; benim için sen hep özeldin ve geldiğinde de benden o ilgiyi tamamıyla göreceğinden emin olabilirsin. Sana güveniyorum bebeğim. Çünkü bana gelene kadar yaşamış olacaksın. Siktir yemiş, terk edilmiş, aç kalmış, kabus dolu geceler geçirmiş, mutsuzluk ve bitkinliği yaşamış olacaksın. Ne hissettiğimi anlayacak ve çözümün sadece kendini yanındayken mutlu hissettiğin insanın kollarında olduğunu bana göstereceksin. Geceleri yıldızları seyrederiz, oturur birer kadeh şarap içer, sarılıp uyuruz.
  
   Sana çok güzel yemekler yaparım, hani o romantik filmlerde geçen mutfak sahnelerini canlandırırız. Kek yaparken un savaşı yaparız, yüzüne çikolata sürerim, birlikte birer bardak çay içerken bembeyaz halde un savaşı eşliğinde yaptığımız tarçınlı keki yeriz. Sana yaşamayı, karşılık beklemeden güven ve mutluluk sağlamayı gösteririm. Aynı yerde çıkan sivilcelerimize uf olmuş der, gidip her gördüğümüz ufak canlıyı severiz. Oturup film izleriz, replikleri canlandırır, o karakterleri yaşatmaya çalışırız.  Geçmişini anlatırsın bana; çocukluğunu, oyuncak ayını, yatağının altındaki canavarı... Hayal kırıklığını da anlatırsın bana mutluluğunu da..

 Yalnızlığı görmüş ol, kafanı yastığa gömüp ağlarken dışarıda hala canlı olan dünyanın senin bu mutsuz ve umutsuz durumundan bihaber olduğunun farkına varmış ol. Büyüdüğüm yeri merak et mesela. Çocukluğumun geçtiği sokakları. Götürüp şimdiki modern dünyanın kirlenme hızına yenik düşmüş o boş ve çirkin sokakları göstereceğime eskiden beri hayalimde nasıl kaldıysa o halini anlatayım sana. Kırık dökük hayallerime, içimde bekleye bekleye paramparça olmuş düşlerime rağmen yaşa beni bebeğim. Aşkın bencillik olmadığını biliyorum bebeğim. Sen sadece sev beni. Elimden bir ömür tutmayı göze alacak kadar sev. Yarın çık gel mesela; tam da planlamadığım anda. Savunmasız bir şekilde yakala beni. Ve koru bundan sonra sensiz olabilecek hayatımın bana getireceği zararlardan...

 Ya da bilemedim şimdi. Abazalığıma rast geldi de böyle birşeyler yazdım sanırım. Sen gel de ayarlarız birşeyler. Olmadı dışarıdan pizza söyler oturup pes falan atarız. Sen gel yeterki.


Ben bu kafayla gidersem daha zaten uzun bir süre daha;