Blog işini beceremediğimi daha söyleme gereği bulamıyorum. Genel olarak edebiyatı sevmiyorum. Yani yazım kısmını. Tam bir kitap kurdu da olsam iş yazıya gelince (hele de klavye kullanarak) beynim işi ağırdan alıyor sanki.
Benim istediğim tek birşey vardı bu işe başlarken aslında, o da şuydu; dünyanın bir yerinde böyle düşünen bir çocuk seninle aynı havayı soluyor ve senin de düşüncelerin bu düşüncelere yakınsa bunu bilmeye hakkın var. Eğer bu yazıyı gördüysen artık sonuna kadar okuyacaksın, geriye dönüşün yoktur ki kediyi merak öldürür.
Neden yazmaya başladım hatırlamıyorum. Yüzüklerin Efendisi'nden etkilenmiştim ya da Harry Potter'dan. Onların önemi yoktu benim için artık. Çok geniş bir hayalgücüne sahip olduğum söylenirdi. Gerçek dünya benim için sadece yemek içmek sevişmekten ibaretti. Asıl olay ilerisi ya da arkası diyebileceğimiz beyinde bitiyordu.
Baştan belirteyim;
Bu blogda sadece kendini samimi bir dille ifade etmeye çalışan ve kötü eleştirilerinizin hiç de sikinde olmayacağı bir adamı okuyacaksınız.
Yeri gelecek ergenler gibi üç nokta ile bitireceğim sözlerimi,
Zaman zaman sizi bilgiye boğduğum da olacak; laf salatası yaptığım da.
Ağız dolusu küfürler savurduğum da olacak; aşkın en saf halini anlatmaya çalışan sıralı harf kümeleri de.
Alıntılar yaptığım da; not defterimi açıp zamanında karaladığım aforizmaları buraya taşıdığım da.
Belli bir konu olmayacak, o an aklımdan ne geçiyorsa o görünecek bu beyaz sayfalarda.
Yazar triplerine girip topluma yön vermeye çalışmayacağım. Kitleleri peşimden sürüklemeye çalışsam politika okur ya da ortaokulu terk edip milletvekili olurdum; mühendis değil.
Edebiyatı diğer sanatlardan daha fazla sevmiyorum ben. Karikatürle başladım bu işe. Gerçek anlamdan bahsediyorum. Çizgi roman, deneme, hikaye derken aldı yürüdü gidiyor işte. Yani edebiyat aşığıyım triplerine girmeyeceğim.
Size bazen içinizi acıtacak anılar anlatabilirim. Şunu bilin; samimi görünmeye çalışıp da becerememek en büyük samimiyetsizliktir. Ve samimi taklidi yapabiliyorsan her şeyin taklidini yapabilirsin.
Onlarca kızla birlikte olmuş bir Don Juan ya da Kazanova değilim. Size aşk konusunda verebileceğim en iyi tavsiye 'seviyorsan git konuş abi' den öteye geçmeyecektir. Kendi aşk deneyimlerime de boğmayacağım sizi. Çünkü ben aşk konusunda yeteneksiz ama şanslı bir adamım. Hiç olmazsa şunu bilmeye hakkınız var; aşk ile ilgili yazmış olduğum tüm satırları Fuat Saka'dan 'hamsiye' ya da 'rap atma' parçaları; hiç olmadı Kont Adnan'dan 'kuş foli' eşliğinde yazarım.
Evet farkettiniz espri yapmayı severim. Bokunu çıkarmayı da severim.
Size iyi bir hayat vaadinde bulunmuyorum. Sadece yaşadığınız dünyayı nasıl anlamlandırabilirsiniz onu öğretiyorum ya da anlamlıysa benim sahip olduğum anlamsız bir hayat görmenizi sağlıyorum. En azından çalışıyorum.
''Çünkü bir pazar sabahı uykusu ve kahvaltısı kadar çok sevdim seni.'' Tarzında benzetmelerle ergen kızları tavlamayı da planlamıyorum. Ülkemizde aşk bayağı sıkıntılı bir durum, özellikle doğu anadolu ve güneydoğu anadolu bölgesi'nde töre baskısı öyle yoğun ki dicle ile fırat nehri bile buluşmak için ırak'a gidiyor.Benim istediğim tek şey, daha önce de söylediğim gibi, beni anlamaya çalışmayın. Sadece okuyun ve hayatınıza ne katıyorum ya da hayatınızdan neyi eksiltiyorum gözleyin. Ondan sonra istediğiniz gibi küfürü basabilirsiniz.
Evet beni okumadan önce uyarıları bilin dedim. Şimdi konuya dönebilirim.
Ben yazmaya başladım çünkü bu boş dünyadan ve saçma gerçeklerinden uzak olmalıydım. Büyüdüm dedim; kız arkadaşlar edindim. (komşu kızı takıntısı vardı bende. onun için okuldaki kızlara yanaşmak istemiyordum pek. ama gönül bu ya; adamın amına koymak onun için ev sahibi ya da deplasman olması fark etmiyor.) Aşkı yazmaya çalıştım. Beceremedim.. Onun adını mıh gibi aklımda taşıdım ama Attila İlhan'dan önce kağıda dökemedim. Dökmem imkansızdı zaten şair benden önce doğmuş.
G.tünde bez varken kızları öpen piçlerden de olamadım hiç. Ama Teoman'ın bir şarkısında geçen o barmenin dediği sözü (çok kadın hiç kadındır abi yalnızlıktır sonu) doğrulayacak kadar deneyimim vardı yalnızlık üzerine. İçimde durdukça bedenimi zehirliyordu sanki anılar, pişmanlıklar, yaşanmışlıklar ve diğerleri. Birkaç birada tüm sıkıntı ve dertleri boğamayacağımı da anlayınca eve gelip kaplumbağama anlatmayı denedim. Gerizekalı gibi suratıma baktı sadece. Bende yine yazmaya karar verdim. İçimdeki nefreti kustum sadece. İlginçtir ki insan yalnız olduğunda çevresi boş, içi dolu oluyor. Beyaz sayfalar mürekkeple bezendikçe rahatlıyordum. Büyük bir hazla yazıyordum, sevinç ya da mutluluk ibaresi yoktu hiçbirisinde. Ama ben rahatlıyordum ve kendimi tamamen müziğin ritmine bırakabiliyordum giderek.
Tüm derdimi sıkıntımı sayfalara döktükten sonra birşeyleri değiştirme dürtüm uyandı yeniden. Bu arada; lisedeki tüm edebiyat öğretmenlerime burdan selam edeyirum. Banane divan edebiyatının kaç yılında başlayıp kimi etkilediğinden? Çıkıp da şu kitabı okuyun diyen yoktu arkadaş. Siyasî görüşüm belli olmasın diye renkten renge gireni mi ararsın; askerliği gelmiş adamlar var karşında belli olsa ne olucak olmasa ne olacak. Tabi birde fantastik edebiyatı edebî tür olarak saymayan (saymak işine gelmeyen) insanları öğretmen olarak atıyorlar bu memlekette. Hoş; çok sevdiğim bir arkadaşım da saymazdı ama bir şişe biraya kurban gitti. Uyarmıştım onu baştan ''ciddi isen sonuna kadar varım; dalga isen manyak sörf yaparım'' diye.
Evet efendiler; içimdeki sıkıntıyı kederi attıktan sonra yazmaya başladım ben. Karikatürü de bıraktım. Artık çizgi romanın sadece 'roman' kısmı ile ilgileniyorum. 'Benim karikamı da çizsene lan ehe mehe' diye gelmeyin bana.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder