Kalbime hoşgeldin prenses, kusura bakma burası yıkılmış bir saray olmak için biraz fazla dağınık..
Karmaşık bir zamanda geldin. Nasıl anlatsam, hani bir meyvenin ağızda bıraktığı acı tadın hala hücum ettiği zamanlar.. Söylediğin gibi özgürlüğü arayan, ama bağlı olduğu hayallerin peşinden koşmak için özgürlüğünden de vazgeçemeyen bir adama rastladın. Yorucu birisiyimdir ben, yorulmaktan yormaya başlamadım; sadece kendim de yorulduğum ve kalbimi attıracak gücü kendimde bulamadığım için sana geldim.
Geldim sana, elim açık bir şekilde, tutmanı beklediğim bir halde, arkamda sakladığım elimde ise sana ait birşey var sevgilim; kalbim. Tut sıkıca olur mu hiç bırakma sakın? Çünkü çok fazla parçalandı; ben saklayamadım bunca zamanda. Değerini bilemedim, kaybettim, düşürdüm, yanlış kişilere emanet ettim. Yürüdüğüm yollarda hep kalbimi göğsümde değil de başka yerlerde saklamaya çalıştım. Gizledim, duvarlar ördüm, ulaşamasınlar dedim. Tek kıymetlimin değerini hiçbir zaman bilemedim. Bunun yüzünden hep dışlanmış oldum. Özellikle de insanlar duygusuz sandılar beni.
Hiçbirşeyi takmayan, eğlenmek ve gülmekten başka hiçbir derdi olmayan bu adamın aslında kocamaaan bir kalbi var biliyor musun? Ritminin herkesde aynı olduğu fakat amaçları farklı farklı olan kalplerden bir tanesine de ben sahibim. Ve ben bunca zaman sakladım hep, sesini duyurmamaya çalışarak, dışarıdan o yokmuş gibi görsünler diye öyle olmaya çalışarak.
Ve bir gün; kalbimin teslim edilmesi gerekenden fazla sürede elimde tutulduğunu fark ettim. Parçalarının toparlanmasını izleyemeyeceğim belki; bilmiyorum ama tüm kırık ve döküklerini birleştirebildiğim kadarı ile sana geldim.
Eline bırakıyorum şimdi o arkamda sakladığım kıymetlimi sevgilim;
Ona çok iyi bak olur mu? Çünkü bundan sonra atacağı her ritim senin adını sayıklayacak, içinde sadece seni barındıracak. Bugünü ve yarınıyla, tüm hastalığı ve gülücükleri ile senin olacak.
Bazen ask yeterli degil ve yol engebeli oluyor
Nedenini bilmiyorum
Beni güldürmeye devam et
Hadi yüksege gidelim
Yol uzun, devam edebiliriz
Bu arada eglenmeye çalış..
''Siktir et be oğlum. Getir kadehleri getir bu seferki göğüs göğüse.'' dedi Emre. Liseyi bitirdim bitireli görüşmemiştik. Bu seferki kaçıncı biraydı hatırlamıyorum. Dur biraz. Hatırlamadığım daha fazla şey var. Biraz daha eskiye dönelim.
Taksim Semerkant'tayız. Daha girişinden belli fakir sponsoru olduğu, ufak, birkaç katlı bir mekan. Üst kata tam barın önündeki 6 kişilik masalardan birisine 2 kişi kurulduk. Maksat vantilatör ve barmene yakın olmak. Etrafta birkaç çift, kafa dağıtmaya gelen bizim gibi 'single player' takılan birkaç eleman ve barmenden başka kimse yok. Ara sıra gelen giden olsa da aralarında pek ilgi çeken tipler bulunmuyor. Buraya daha önce de gelmiştim fakat uzun süre geçmiş ki hatırlamıyorum.
İlk biraları söyledik. Sigaralarımızı yakıp başladık muhabbete. Zaman sıkıntımız yok. İki işsiz, hayattan ve çevrelerinden siktir edilmiş, asker kaçağı, sigortasız vatandaş. Derdimiz ya da sıkıntımız yok. Maksat sadece birazcık daha eğlenip kafa dağıtmak.
Biradan her yudum çekişimde bir fırt alıyorum sigaradan. Emre da öyle. Bir süre tütün üzerine muhabbet. Marlboro'nun içine yatırıldığı şarap markasından tut da Djarum'ların içindeki karanfil oranına kadar .
''Birazdan uçucam ama ben bak baştan söyleyeyim de. 2 biraya göt olmam hani ama kafam da güzel olacağını biliyorum reis'' dedim sırıtarak.
''Bende öyle oğlum. Olmuyorum diyen bok yemiş amına koyim. Çok gördük bi kasa birayı tek başına içiyorum deyip de yanımda 2 kırmızı Tuborg'a kendisini siktirmeye çalışanları. Rahat ol; kardeşin yanında.'' dedi.
Gülmeye başladık. 'Hadi o zaman kafa kafaya' deyip bardakların ağız kısımlarını tokuşturduk. Uzun bir yudum çektim. Yemek borumdan aşağı akan buz gibi biranın açtığı yolu hissedebiliyordum. Sonra yine bir fırt daha aldım yarısına gelmiş olduğum sigaramdan.
Ortam gittikçe kalabalıklaşmaya başladı. Sanki bizim burada olduğumuzu haber almışlar gibi. Tüm masalar doldu, çiftler ve kızlı erkekli gruplar halinde. Ortamda 2 sap sadece biz vardık. Emre da bunu düşündüğümü fark etmiş olacak ki dönüp ''Boşuna bakma oğlum bizim gibi başka sap yok.'' dedi. Yine gülmeye başladık. ''İddaa oynuyor musun hala'' diye sordum.
''Bıraktım. Parasızlıktan. Olsa oynamaz mıyız. 2 liranızı 500 lira yapıyoruz'' dedi ahenkli bir sesle. ''En son bahsettiğim 40 lira var işte. Onu da başka kupona bastım. Olan sigara parama oldu.''
''Bende o da yok oğlum şükret. Geceleri çay sarıp içiyorum. Bazen de üşenmezsem demliyorum.'' dedim. Artık çay sarıp içmekten boğazımdaki tüm yumuşak doku tahriş olmuştu ve dilimden sonrasını ciğerlerime kadar hissetmiyordum. Gerçekten de eskiden insanların kafa bulmak için köy meydanında yaktıkları bir bitkiyi ufak kağıtlara sıkıştırmış içiyor ve hayatımızdan her nefeste yeni bir nefes daha götüren bu isyankarın kölesi haline gelmiş durumdaydık.
''Moruk aslında ne yapmak lazım biliyor musun?'' dedi gözlerini sağa doğru kaydırarak. Daha o söylemeden kafamı gözlerini çevirdiği tarafa döndürdüm ve ne yapmam gerektiğini anladım. Yanık tenli, kolları abuk subuk şekillerde, biçimsiz dövmelerle bezeli apaçinin birisi bebek suratlı bir kızı köşeye kıstırmış sarhoşluğun da verdiği cesaretle içine düşmüştü.
''Tuttuğunu olduğu yerde çömdürüp...'' diyerek sesimi giderek alçalan bir tonda kullanarak ve kafamı hafifçe diğer tarafa döndürerek olayın vahimliğini vurgulamak istedim.
''Yok moruk öyle değil lan. Tuttuğunu sikmek bize yakışmaz.''
''Neyi yakışmaz amına koyayım sanki kralız ya ortamların aranan adamıyız, klas olup olmamamız milletin umurunda, herkesin gözü üzerimizde.'' dedim umursamaz bir tavırla. Çünkü ikimiz de kimsenin umurunda değildik, ailelerimizden uzak, itilmiş, savrulmuş, arkadaşlarımızdan kopmuş bir haldeydik. Umurumuzda da değildi çünkü yeterince üzülmüş, kırılmış ve yorgun bir halde hala savaş verme peşindeydik. Bunu bir insanın gözlerinden asla okuyamazsınız. Gözlerin anlatacağı sadece dün gece uyku ihtiyacını yerine getirip getirmediğidir. Kolu kanadı kırık bir insanın sadece kalın mı kalın duvarları vardır. Kırık kalbinin daha fazla parçalanmasını önlemek için kendisini insanlardan uzak, kalbini daha da uzak tutmak zorunda hisseder. Ve insan ne kadar kalabalıktaysa kendine o kadar yalnız, ne kadar yalnızsa kendine o kadar kalabalık gelir. Yalnızdık, asosyaldik, hayattan umudu ve beklentisi olmayan iki adamdan fazlası değildik. Bir de birer bardak bira ve üç-beş sigara. Ve Emre gelmiş bana şu anda ihtiyacım olan son şeyin bir kadın olduğunu söyleyecekti. Buna izin veremezdim ama konuşmaya başlamıştı bile.
''Niye oğlum sen milletin ne dediğine bakmayacak mısın hiç? Bunca zaman koluna taktığın tüm kızların aslında bir çantanın elbisene yakışıp yakışmadığını görmek gibi yanındaki kızın da senin kişiliğini, karizmanı ve saygınlığını yansıtacağını düşünerek seçici olmadın mı?'' dedi ateşli bir şekilde.
Biramdan büyük bir yudum daha alıp bir sigara daha yaktım. Kafamı apaçi ile bebek suratlıya çevirip;
''Sana bir sır vereyim mi? Ben hiç bir kız için yanlış insan olamadım. Yani hiçbir zaman bir kıza 'ben senin için doğru insan değilim' diyemedim.'' dedim. Şaşırmış görünmesini beklemiyordum zaten. Çünkü o da hiçbir zaman yanlış insan olmamıştı bir dişi için. Çünkü uzun yalnızlıkların üzerine gelen her türlü canlıya koruma, kollama ve şefkat duygusu besleyecek kadar açtık.
Sadece gülümsedi, birasından bir yudum alıp ''Aslında beni anlatıyorsun. Bizim devrimiz geleli çok olmuş farkında mısın? Çünkü asıl 21. yüzyılda yaşayan erkek yalnız, depresif, duygusuz, iki yüzlü, dengesiz, hayatını parçalara bölmüş bir adamdır. Evde, okulda, işte, maçta, dışarıda, sevgilisinin yanında, dostunun yanında, samimi olmadığı arkadaşlarının yanında, hepsinde farklı olan adamlarız.'' dedi ve devam etti. ''Hani insanların sana hep 'beni anlatıyorsun' dediği durumlar oluyor ya; sen aslında onlara kendini anlatıyorsun, sonra farklı bir rol takınıyor ve samimi taklidi yapıyorsun. Ve yalanlarının inandırıcı olması için gerçeğe ufak bir noktadan dayandırıyorsun. Sonra da gidip insanlardan nefret ettiğinden, hayvanları daha çok sevdiğinden, insanlara ihtiyacının hiç olmadığından falan bahsediyorsun. Beş yaşına kadar annesini emen adamların bunlardan bahsetmesine çok gülüyorum dostum. Özellikle de hala birşeyleri satın alabilmek için 'baba benim şunu almak için şu kadar param var, ben kazandım, ben biriktirdim ve alacağım' diyeceği yere 'baba benim şunu almak için şu kadar paraya ihtiyacım var ve bunu sen verebilir misin' diyen insanların bahsettikleri özgürlük kavramı beni öldürüyor. Gülmekten altıma etmek için mükemmel bir sebep.''
Ne diyeceğimi bilmiyordum; geçen hafta ayrıldığım kızı tavlamak için konuştuğum kelimeleri kullanıyordu, hem de noktası noktasına. Belki de ben de saçmalıyordum, belki de ben yanlış bildiğimi düşünüyordum o zamanlar ama Emre'nin de benim sözcüklerimi kullanması hoşuma gitmişti. Canı cehenneme olan 'özgünlük' kavramından oldukça uzak olduğumu fark ettim. Diğer insanlarla aynı kelimeleri konuşuyor, aynı farkındalığı yaşıyor olmam biraz garibime de gitmişti.
''Aslında ben kendimi, seni, onu, bunu değil; herkesi anlatıyorum. Hepimizi. Hepimiz aynı dertten muzdarip insanlarız. Hepimizin içinde bir boşluk var ve neyle dolduğunu bilmediğimiz için gözümüz hep aç kalıyor. Kimisi yemekle, kimisi bilgiyle, kimisi seksle, kimisi de inançla dolacağını zannediyor. Fakat bir türlü dolmadığı gibi, bilincin genişledikçe daha fazla istiyor ve sonsuz doyumsuzluk denen olguya varıyoruz.'' dedim katılır ve desteklercesine.
Biraz sustuk ve motorumuzun soğuması için kendimizi dinlenmeye aldık. Ortamda çalan ''Kupa kızı ve sinek valesi''ni dinledik bir süre. ''Biraz pürüzlü tenimde yaşam hücrelerimi buldu'' diye devam ederken birden aklıma yeni gelmiş gibi konuya giriş yaptım.
''Yavaş yavaş hayatındaki en çok değer verdiğin, sana değer verdiğine de inandığın insanın ellerinin arasından kayıp gitmesine gözünü nasıl yumabilirsin ki? Yumdum işte. Umurumda da olamadı hiç. Yalnız doğduk yalnız öldük tribi de değil hani moruk. Sadece kendime verdiğim değerin ve egomun üstüne asla hiçbirşeyi çıkarmamayı kendime ilke edinmiştim. Ve yaptım. Hayatım boyunca da devam ettim yapmaya. Çünkü ipin ucunu bir kere kaçırmıştım; artık hiçkimse gelip benim aklımı başımdan alamayacak, kendimi olduğumdan farklı birisiymiş gibi göstermemi sağlayamayacaktı.'' dedim konuyu değiştirdiğimi bile fark etmeden.
Tam da bu sırada nasıl olduysa Teoman'dan David Bowie'ye geçmişti şarkı listesi. ''Rebel rebel'' diyordu David Bowie. Anlatmak istediğim olaya daha uygun bir fon müziği olamazdı dedim kendi kendime. Hazır girişini yapmışken soğutmayayım dedim.
''İlke edinip edinmeme meselesi değildi bu aslında. Moruk daha lise son sınıfta bir herifsin, önünde yaşadığın yılların onlarca postası daha var. Ufak bir matematik hesabı aslında. hani matematik hocalarının 'matematik hayattır' saçmalıkları gibi değil bu. Birebir matematiksiz de olsa hayatın tam da kendisi. 20 senelik yaşamışlığının üzerine ortalama insan ömrünün hesabına denk getirirsen 1/4 ü yaşanmış oluyor. Tabi sağlıklı yaşam zırvalarına dahil olarak. Kendime biçtiğim ömür 60 sene olduğu için ben 1/3 ünü bitirmiş oluyorum. Felsefesini geçtim hadi yine; kibrimin ve egomun açıklamasını yapabilmem için sıvamam gerektiği kadar sıvıyorum. Biraz daha sıvayayım istersen.''
''Buyur moruk mikrofon elinde, sahne senin'' dedi Emre yeni biralarımızı söylerken.
''Daha önce hayatımı paylaştığım insanlar hep varoluşçu, ben ise nihilist. Aradaki tek karmaşa bu. Beni onlardan farklı kılan, bende onlara dair heyecan uyandıran tek şey buydu. Belki de onların bu takıntılarını çözme arzumdan kaynaklandı hep ilişkilerimdeki heyecan. Ama bir süre sonra hep olduğu gibi boş vermelerim ve yalnız kalma isteğim kötü sonuçlara yol açtı. Kadınları çözmeye çalışmak güzeldi moruk, anlıyor musun? Onları birer puzzle ya da bulmaca gibi görmek, ya tamamlamaya ya da tümünü açığa çıkarmak oldukça ilginç oluyor.'' dedim. Kelimeler ağzıma geldiği gibi çıkıyordu saatlerdir olduğu gibi.
Emre'nin gözlerindeki parıltıyı o anda fark ettim ve kaynağını yumurtlaması da pek uzun sürmedi zaten. Shotlarımızı yine attık ve kaldığım yerden devam etti. ''Hiç' dediğin şey nedir ki? Arkasında baba gibi bir güvenceyi almış bir organizmanın nasıl olup da kendini yokmuş gibi saymasını beklersin? Hep beklentiler vardır, hep umutlar vardır, hep istekler vardır. Bizde ise; ben sadece annemi sevmiş, babama ise saygı duymuşum. Ama kızlardaki bağlılık onları kendilerini aile ve arkadaşlarından soyutlamak yerine daha çok bağımlısı yapmış durumda. Bir erkeğin elinden tüm ailesini alabilirsin, bu onu en fazla psikopatın önde gideni yapar fakat bir kızın aklından asla gerek sevgilisinde bulduğu gerekse babası sayesinde direkt yaşadığı 'biricik kızıyım ben onun' duygusunu söküp atamazsın. İşte bu yüzden 'vazgeçmek' kavramları yoktur. Bırakıp gidemezler, hep bir parçalarını bırakırlar, akıllarının bir köşesi, kalplerinin bir parçası, bilmemnesi işte.''
''Peki ya gidenler ne olacak moruk?'' dedim. ''Bizim böyle sik gibi ortada kalmamıza sebep olanlar? Arkalarına bakmaya tenezzül etmeyenler? Sanki birisi onları bizden daha çok sevecekmiş gibi inancı olanlar? Hani varoluşçuluk bunun neresinde?'' diye devam ettim etrafı süzerek.
''Ya onların Allah belasını versin zaten kanka. Tahmin ettiğinden fazlasını kaybettiklerinden habersizler. Aslında varoluşçu falan değil bildiğin gerizekalılar. Nihilist kız bulamayacağın gibi; olur da bulursan eğer elinde tutamazsın moruk. Çünkü hiçbir bağı olmayan, dikiş tutmayan insanlardan tamamen bir hiç bekleyemezsin. Hepsinin bir hikayesi vardır elbet. Bir kırıklığı, pişmanlığı, aşkı, umutları. Peki senin neyin var geçmişe ve geleceğe dair?''
''Hiçbirşeyim. Ne geçmişe dair bir kırıklık, ne pişmanlık, ne de bir kuyruk acısı. Geçmişim koskoca bir karanlık, tıpkı geleceğim gibi. Yarınlara da umutla bakmak isterdim ama bugün de dünün yarını olduğu için pek birşey beklediğim yok. Anı yaşama saçmalığı. Ergenler Carpe Diem mi ne diyorlardı ya hani; ondan.''
Biranın yükü bastırmaya başlamıştı. Tuvalete gitmek için kalkmamla yolun uzaması bir oldu. Dünyanın ayaklarımın altından kayıp gittiğine açık açık şahit oldum. Bir türlü kendimi durduramıyordum. Salına salına yürüdüm ve aynanın karşısına gelene kadar kendimde olup olmadığımın farkına varamadım.
Aynaya baktığımda bir anlık çektiğim yabancılık karşıladı beni. Başka birisini çok yakından incelemek gibiydi. Bir süre aynadaki yansımamı hayran hayran seyredip kendi kendime ''İşte karşımda dünyanın en mükemmel varlığı duruyor'' dedim. Ben olduğum gibi güzeldim, çünkü tanrı hata yapmış olamazdı. Geri döndüğümde Emre kaldığımız yerden devam etme niyetindeydi. Devam ettim ben de aynı yoldan.
''İnsan olmanın özelliği nedir biliyor musun? Meleklerden bizi ayıran tek şey 'şeytan'a verilmiş olan ego, kibir, kendini üstün görme ve zaafiyet denen vasıfları barındırabilme yeteneğimiz. Melekler aslında bizleri birer hastalıklı, eksik, çöpten başka birşey olmayan varlıklar gibi görseler yadırgamamız gerekiyor. Çünkü kovulmuşun yani ilk insanın beraberinde dünyaya getirdiği ve isteklerimizin, bilinçsel açlığın getirdiği gözü dönmüşlükle evren üzerinde yaratılmış olan en kararsız, en bilinçsel boşluktaki varlıklara dönmüş durumdayız. Ve gittiğimiz her yere, girdiğimiz ormanlara, yok ettiğimiz hayat ve canlılara pisliğimizi bulaştırmaktayız. Özellikle de birbirimize yaptıklarımız kendimizi sadece 'insanlıktan çıkma' durumundan öteye götürmüş olabilir.'' dedim aklıma iyice saçma sapan şeyler üşüşürken kelimeleri dikkatle ve özenle seçerek.
''Moruk rakı sofrası muhabbeti desem değil, bira-sigara muhabbeti de değil, nasıl bir konumdayız bilmiyorum ama gerçekten buraya gelmeden ne içtiysen söyle valla bende söyleyeceğim'' dedi Emre gülerek. Durup dururken gülme sınırını çoktan geçmiştik, her gelen bira ile birer shot tekila atmıştık ve damarlarımızda şu anda ehliyetine el konması gereken bir sarhoşta olabilecek olan seviyenin kat kat üstünde bir seviyede alkol dolaşıyordu.
''Bilmiyorum lan evden çıkarken reçel ekmek yediğimi hatırlıyorum sadece. Valla kapıdaki midyeciden şüphelenmeye başladım ben kanka'' dedim gülerek.
Sebepsiz yere oturup birkaç dakika boyunca sadece güldük. Akıllarımızdan geçenlerin ne olduğunun farkında bile olmadan. Aslında bilincin açık olma durumu tam olarak bu olmalıydı. Çünkü kelimeler zihnimden ağzıma karmaşık bir şekilde geliyordu ve ben onları ağzımda toparlıyordum. Düşünülerek yapılan bir muhabbet değildi; bilinç altımıza işlenmiş tüm duygusal ve ruhsal birikimlerin gelişigüzel dışa vurumunu yaşıyorduk. Memnunduk, mutluyduk. Saçma sapan sebeplerle gülen insanlar ne kadar mutluysa artık.
''Bunca zaman hiç kendin gibi birisini bulamadığın için yalnızsın değil mi?'' dedi. Hiç düşünmeden yapıştırdım cevabı. ''Farklısını bulamadığım için yalnızım.
''Kaçıncı shotu attığını saydın mı?'' dedim. ''Siktir et yak bir sigara daha sen ordan bana'' dedi limonu emmek için eline alırken. Arkada en son hatırladığım kadarıyla şu şarkı çalıyordu.
Bu aralar sıkıntı dolu bir yaşama ve boktan giden bir öğrencilik hayatına sahibim. Zaten neyim düzgün oldu ki diyerek mala bağlamayayım. Standart işte; senin, benim, onun, şunun, sokaktaki adamın, evdeki hanımın, parktaki çocuğun, kısacası hepimizin bildiği gibi; standart.
Heyecan, adrenalin vesaire vesaire. En azından insan hayatında biraz olsun renklilik istemiyor değil. ''Hadi beni güldür biraz'' diyen Ogün Şanlısoy ve ''Bana biraz renk ver'' diyen Sıla haklılar gibi. Yalnız fark ettiniz mi; iki şarkı sözünde de ''biraz'' olgusu var.
Uzatıp laf salatasına girmeyeyim en iyisi. Artık biraz daha sade ve öz yaşamaya ve yazmaya karar verdim. Mesele şu.
Fazlası olunca boku çıkıyor arkadaş. Herşeyi tadında bırakmak gerekiyor. Gülmeyi de; renklenmeyi de. Çünkü bir gün bir bakarsınız; siz o kadar renkli olduğunuz halde renk körü köpeğin birisi gelir ve sizin renklerinizin hiçbirisini görmeden sizi yargılamaya kalkar.
Sınırları çizebilmek için değil sadece özgürlüklerimizin mevcudiyetini belirlemek için mesafeleri oluştururuz. Saçma bir kelime oldu yine bak şimdi; nasıl açıklasam bilemedim.
Şöyle yapalım.
Bir kutu düşünün. Hay kutuya da yine başladı şekilli anlatım dimi. Evet anca kafam böyle alıyor mühendisiz arkadaş ne yapayım. Her neyse; bu kutu sizsiniz. Kutunun içinde de kalbiniz var ve o kutu bir hediye paketi. İşte size mutluluğu tattıracak insana onu sunacaksınız.
Ergenler için buraya kadar yeterliydi sanırım.
Şimdi geldik işin ilgi çekici kısmına.
Kutu bir kenarda dursun. Özgürlüğü soyut olarak ele alalım. Belirli bir yere kadar sizin özgürlüğünüz kısıtlanamaz ve boyunduruk altına alınamaz değil mi?
Evet diyorsan kapat şu sayfayı da siktir git derim. Doğduktan sonra kaç sene boyunca ananı emdin? Okula giderken kaç kere babandan harçlık istedin? O çok sevdiğin bilgisayarını alırken babana kaç defa kedi yavrusu gibi mırıldandın?
Hadi onu da siktir et. Bir kadından veya erkekten hoşlandığında, sevdiğinde kaç kere gözlerini kapattın bazı şeylere? Kaç kere görmezden geldin hatalarını? Bir insanın yapabileceği şeyler dediklerini neden sana karşı başkası yaptığında olağanın üstü tepki gösterdin de dibinin düştüğü hatunun ya da adamın hatası olunca görmezden geldin?
Özgürlüklerin kısıtlandığı yer duygularındır muhabbetine getirmek istemiyorum olayı da. Aşk dediğin şey zaten mala bağlamaktır; orası ayrı. Aşık adamı sorgulayamazsın, duygularını eleştiremezsin, yargılayamazsın. Fakat özgürlük tribine girip bağlı olduğu şeylerden hala memnunsuz adamın ağzını burnunu şey etsen yeridir.
En son lambaya püf de diyorduk nereye geldim. Manchester da bala yendi zaten Galatasaray'ımı.
Saat sabahın bilmem kaçı.. Önümde sadece bunlar var. Ve ben sıkışmış bir haldeyim. Kelebeğim aslında ben. Bunu biliyorum fakat henüz tırtılım; kozamda saklanıyorum. İçinde sıkıştığım, bir çatlasa uçup gideceğim o beni sımsıkı sarmış olan; bunaltıcı ve boğucu kozamda.
İçimde hiçbir şeye dair umut yok. Beklentim yok, tutkularımdan ve hayallerimden arta kalan kırıklar var sadece. Kötü haberler aldım bu aralar. Almaya da devam ediyorum. Yıkılamıyorum bir türlü. İçi su dolu bir küvette bileklerimi kesip hoşçakal mektubu yazamıyorum kimseye. Çünkü kimse benim son sözlerimi duyacak kadar samimi olamadı şu hayatımda.
Kırgın ve yorgunum. Çocuk düşlerim yok artık. Kendimi hep 'bundan daha kötüsü de olamaz ama' derken buluyorum her seferinde. Ve hep daha kötüsü oluyor. Gülerken bile bir gün eninde sonunda bu gülüşüm için bile bir bedel ödeyeceğim çıkmıyor aklımdan. İnsanların yaşattıkları mutluluklar hep karşılıklı; kendilerine ödemiyorsun bedellerini de; çekip gittikleri zaman arkalarından salladığın ve salya sümüğünü sildiğin mendiller sallanarak ödüyor gidişlerin bedellerini yaz kış demeden, havaya karşı ıslak ıslak sallanıp üşürken.
Olsun demek de zor artık...
Bir süre sonra kendini bile hissetmiyorsun; evrende bir kum taneciği olduğumu bilmeme rağmen bu kadar ufak bir şeye nasıl bu kadar dert, keder ve mutsuzluk yüklenebiliyor artık diye hayıflanırken buluyorum kendimi. Her gülüşümün ardından gözlerimi kapatıp bekliyorum bedelini...
Mutluluğu aramıyorum artık. Onun gelip beni istemeden de olsa bulduğu günleri özlüyorum sadece. Gücüm yok sonsuz mutlulukların peşinde şu sonsuz dünyada koşmaya. Hep başa dönüyoruz, hep aynı yere sarıyor bu kaset. En kral şarkı bile 10 dakika sürüyor şu akıp giden yıllara karşın birazcık unutup kendimi avutayım derken.. Ve hayal kırıklıkları. 10 dakikalık mutlulukların özlemleri sessiz ve derinden sürüyor bir ömür boyunca. Kovalıyorsun, bitmiyor. Akışına bırakıyorsun, kafanı kaldırıp bir bakıyorsun ki kapılmışsın kendini bıraktığın o akışa.
İntihar edemeyecek kadar korkak birisi de değilim aslında. Ama bir kere almışım tadını mutluluğun; hep umut denen şeyi besliyor ya kalbim benden habersiz kuytu bir köşede, mutlu olacağıma dair.. İşte o yetiyor birazcık da olsa tutunmama yarınları bilinmeyen şu bilinmezlikle dolu yaşamda. Gülümsemeler sıcak tutuyor içimi soğuk sonbahar akşamlarımda.. Tek korkum bir sonraki sonbaharda o gülümsemeleri bulamayacağıma dair. Dibi görmek gerekiyor ya hani bir daha yukarı çıkabilmek için; hani ayaklarını yere vurup yükseliyorsun ya;
işte o dibe saplanıp kalmak denen birşey de var.