Safranbolu'daki bir emlakçı (halk arasında emlakçı olarak biliniyor da benim kitabımda 'katıksız 7 ceddi sikişmiş orospu çocuğu' olarak geçiyor) 'Ailenizin gelip size ev tutarken kefil olması lazım, reşit misiniz' dedi de..
Bir an düşündüm. Hiçbir seçimde oy kullanmayan ben (anarşistiz ya hıammınaa) reşit miydim? Ehliyetim yoktu; (john frusciante kredi kartı ve ehliyet kullanmıyomuş olooom. ben her ay 600 lira niye ekstre ödüyorsam) Tabi ev arkadaşlarımın atlayıp 'ehliyet var oy kullandık 22 yaşındayız' demesi de ayrı bir gaz verdi o emlakçının önündeki küllüğü şakağına geçirmek için.
Neyse; konu aşk ve gurur olmayacağı gibi reşit olmak ya da emlakçının kırılacak şakak kemiği de olmayacak. Önümde 90 tuşlu oyuncu klavyesi varken hazır; bir de yazı patlatayım dedim bloga. Kafamda hala dün peşpeşe attığım tekilaların ağırlığı duruyor, son sigaram kalmış, 2 paket nescafe döktüğüm su bardağındaki nescafem de zinde tutmaya yeter sanırım. Teoman da hazır 'bana öyle bakma' diyor ya hani arkadan..
Reşit olmak mevzu değil ama geçen gün twitter'da yazdığım 'uyumak için çok aç; yemek içinse çok yorgunum' (Hakan Günday'dan alıntıydı sanırım) sözümden sonra gerçekten de düzensizliğin dibine vurmuş hayatıma bir göz daha atmaya (2135235. kere) karar verdim. Yaşımın, genetik kodlamamın, stresin ve yaptığım işlerin getirisi olan dökülmeyi iyice ele almış saçlarım canımı iyice sıkmaya başlamışken cidden reşitliği geçmiş, genç olmak için de oldukça görmüş geçirmiş birisi olarak kabul edebilirim kendimi.
Hakan Günday okumaya başladım yeniden. Çünkü o adamın Kinyas ve Kayra'yı yazmaya başladığı yaşta okumuştum o kitabı. Çok etkileyici gelmişti o yaşlarda. Özellikle her ergen gibi aileden uzaklaşıp kafa dinlemeye yer arayan bir kişiliğe sahipsen. Kronolojik olarak tüm külliyatı okuduktan ve hayatın birkaç kazığını yedikten sonra (evet bende kalamadım hayatta bakire; hayat koydu birkaç kere.) dedim ki; cidden hayatın saati benim için hep Teoman'ın 03.00 şarkısındaki gibi. Çok garip bir imgeleme yaptığımın farkındayım; kafam o kadar karmaşık ki şu anda nasıl açıklayabileceğim hakkında zerre fikrim yok.
Dikkat spoiler içerir.
Afrika'nın bende safari olayı dışında hiçbir çekiciliği olmamasına rağmen ufak yolculukları hoşuma gidiyordu. Adam öldürüp, sevişip, içki içip boş boş dolaşan 2 tane ergeni kim sevmez ki o yaşlarda? Hele ki elimde kalemle satır altları çizerek, boşluklara yazı yazarak, aforizmaları not düşerek okuyan ben için tamamen bir efsaneydi o 500 küsür sayfa. İlk bölümde ikilinin maceraları falan; çıldırtmıştı beni. Çünkü Hakan da küçüktü daha o kısmı yazıyorken. Aynı kafayla düşünüyorduk neredeyse.
Kayra'nın yolu tamamen hiçliğe giden; zihin ölümü işini ciddiye almış bir şekilde ilerliyor. Ah; lise yıllarımda okuduğumda ne kadar da takdir etmiştim Kayra'yı! Sözünde durmuş, kendisine hayatta kalacağı ama hiçbir zaman eskisi gibi olamayacağı, düşünemeyeceği, iletişim kuramayacağı mezarını hazırlatmıştı. Anita ile ilişkisini anlayamamış; sadece kendisini o odaya gömüp boşlukta kaybolmasını istemiştim. Doğru yolda ilerleyen Kayra idi benim için. Adının anlamı kader olan adam kadere karşı gelmeliydi zaten.
Kinyas'ın yoluysa tekrar ailesiyle olmaktı. Kardeşinin yakın arkadaşıyla evliliğe giden yolda yürüyüp korunmalı ilişkiye girerek, maaşlı bir işte çalışıp normal bir sistemin kölesi haline gelmekti. Hakan büyümüştü; ailenin önemini, sistemin getirdiği huzurlu köleliği anlatıyordu. O yaştaki kafamla anlamıyor olsam da hissediyordum aslında Kinyas'ın da kaderinin Kayra gibi olduğunu. İçinde taşıdığı HIV virüsünü sistemin huzurunda yok etmeye çalışıyordu Kinyas. Adı kin ve yas tan gelen adam. Zihin ölümünü sıradanlıkla gerçekleştiriyordu. Sistemin parçası olmak zihin gerektirmiyordu çünkü.
Lise yıllarım bittikten sonra birkaç sene hiçbir kitaba falan dokunamadım. Çünkü o kadar fazla kült roman geçmişti ki elimden; hangisinin bana yol gösterebileceğini bilmiyordum. Zaten elimin altında Chuck Palahniuk vardı; Gösteri Peygamberi benim için yol haritasıydı o zamanki yaşamımda. Tepede zannediyordum kendimi yaşadıklarıma dayanarak. Otobüste gözgöze gelip aşık olup 2 durak sonra inen kızların aşk acılarını çekiyordum. Bütün dünyanın yükü omuzlarımda tribindeydim. Beni büyüten annem değil de o zamana kadar aşık olduğum kızlarmış gibi kızgındım hayata karşı. Aslında hiç aşık olmamıştım; çünkü üzerinden bir süre geçtikten sonra içimde pişmanlığa dair kırıntı bile kalmıyordu. Nefret ediyordum kendimden; yaptığım ve göz yumduğum yanlışlardan dolayı.
Sonra büyüdüm. İlk oy kullanma hakkım verildiğinde hissetmedim bunu. 2. defa okudum Hakan Günday'ı. Piç'i okudum önce. İlk tepkim 'naapıyor bu amına kodumun salakları' oldu. Ergen benin verdiği tepki ise 'ohaaa manyak hayat tarzı lan buuu' olmuştu. Kinyas ve Kayra'ya kadar pek birşey geçmedi aklımdan ergenliğe dair. 'Az' da birkaç karşılaştırmam oldu sadece. Derda değildi benim hikayemdeki kahraman. Malafa, Zargana, Azil, Ziyan'ı kenara atmıştım çünkü onlar daha ağır kaçmıştı ergenliğim için. Tekrar incelemedim; sadece okuyup geçtim bunlar zevkine olsun diyerek.
Sonra sıra Kinyas ve Kayra'ya geldiğinde tamamen o zamanki kafamın hangi torbacıya ait olduğunu merak etmeye başlamıştım. Çünkü gerçekten gereksiz gereksiz notlar almış, hiç olmayacak aforizmaların altını çizmiştim. Ölüme yaklaşan hastalıklı kadın döngüsü yerine 14 yaşındaki aşığı seçmişim altını çizmek için. Seksin iki tarafın da kazandığı bir spor olduğu aforizmayı siklememişim bile üstelik. İlk kısımlarında ilgi çekici birşey bulamadım fakat Hakan Günday da büyümüştü kitap 2. ve 3. kısıma geçtiğinde.
Kayra'nın yolunda o kadar istemiştim ki Anita'yı sevmiş olmasını. O fahişenin Kayra gibi bir orospu çocuğundan daha büyük bir kalbi olabileceği o kadar göz önündeydi ki; Anita için üzülüyordum. Kayra siktir git evlen şu kızla mis gibi hayatını yaşa; ülken seni zaten dört gözle beklemiyordur diyordum içimden her sayfasında.
Kinyas'ın yolu benim için daha çok şey ifade ediyordu. Ergen kafam Kinyas'ı plana ihanet etmiş gibi görüyordu çünkü. Zihin ölümü planlarını es geçip Kayra'yı terk ettiği için suçluydu gözümde Kinyas. Ailesinin yanında bok vardı çünkü. Ailesiyle 18 sene geçirmiş bir ergen için gerçekten hatalıydı.
Ama ailemden 3 sene uzakta kaldıktan sonra o sayfaların hepsinin altını çizesim geldi. Kinyas ailesinin evinin zilini çaldığında ve annesi kapıyı açtığında; kardeşiyle ilk konuştuğunda, babası sırtını sıvazladığında yaşadım sanki o anları. Çünkü seni sevdiğine şüphen olmayacak insanların sana yakın olması gerçekten dünyanın tüm gerçek pisliklerine karşı bir durumdu. Sen ne yapmış olursan ol seni kabul edecek bir ailen olması önemliydi hayatta. Artık benim için Kinyas'tı doğruyu yapan. Kayra sadece kendi kazdığı mezara kıçına pamuk tıkılmadan gömülmüştü. Tolga'ydı artık Kinyas'ın benliği. Ve o da zihin ölümünü gerçekleştiriyordu. Unutmak için uyumak; kendini affetmek için sevmek..
Ben de sevdiğim kızları göz önüne getirmeye çalıştım. Hani yazdıklarını birine göndermek isteyen Kinyas'ın sevdiği bir kadın olmuş olma ihtimalini düşünürken aklına hiçbir kadının gelmemesini hissederek. Hayatımı kollarında geçirmek istediğim kadınlar vardı geçmişimde; ama sadece birkaç rüyama konuk olup sonra senelerce görmediğim bir kadına ne kadar güvenebilirdim ki bu saatten sonra? Efla adlı yazıma bakacak olursak var tabi diyebiliriz ama en ağır aşık olduğuma karşı bile senelerce içimde nefret beslemiş bir adamdım. Gerçekten de yoktu 7 yaşımdan beri tuttuğum günlüğümü emanet edebileceğim bir kadın.. Gelip geçmişlerdi sadece hayatımdan. Sırtıma yaptırdığım melek dövmesini sildirdiğim zaman bitmişti zaten benim için tüm sevgi kırıntıları. Artık kızımın adını yazdırırdım kalbimin üzerine evlenip çocuğum olduktan sonra.
Kinyas gibi kendimi affetmek için sevmiştim sanırım. Geçmişimde 8 sene saf kötülük yoktu ama kendime olan nefretimi geçirmek için sevmiştim. O zamanlar dinlediğim buhranlı aşk şarkılarının gereğiydi bunlar. İzlediğim aşk filmlerinde erkeğin yapması gerekenleri yapmaya çalışıyordum. Titanic'i her izlediğimde Jack'i takdir ediyordum fakat yerinde ben olsam Rose'u o kütükten aşağı atardım herhalde. Çünkü kördüm. Yapmaya çalıştığım şeylerle yaptıklarım arasında uçurumlar vardı. Düşünceler mükemmel fakat davranışlar kusurlu olurdu zaten hep.
Şimdi bu yazıyı sayfalarca yazabilirim; hatta bu bloga yazmaya başladığım zaman bir romana başlasam Kinyas ve Kayra trilojisi oluşturabilirdim. Fakat bu yazdıklarım sadece seneler sonra okumak için. Ergenliğimde neden bedenimi eskitip, saçlarımı kaybetme pahasına düzensiz beslenip sigara içtiğimi, uykusuz kaldığımı bir zaman sonra hatırlamayacağım. İleride bunların hiçbirisi aklıma gelmeyecek çünkü. Şu anda bunalımlar, depresyonlar yaşıyorum ve bunları yazıyorum evet ama sonraları kayınbiraderimle balkonda çay içerken oturup da 20 li yaşların başında duşta ağladığım günlerin muhabbetini yapmayacağım. Yazıyorum çünkü Teoman çok güzel söylüyor Ortaçgil ile beraber. Yazıyorum çünkü Can Dündar aşkı çok güzel tarif ediyor. Yazıyorum çünkü Hakan Günday da bütün karakterlerini bunalımdan bunalıma sokuyor. Yazıyorum çünkü kız bloglarında; meme fotoğraflarıyla dolu olan tumblr'larda atasözü edasıyla yazan, iki satırlığı binlerce beğeni alan aforizmacılardan değilim. Artık aforizma görüp çıldıran bir ergen değilim. Sabahattin Ali, Yusuf Atılgan, Oğuz Atay, Ömer Seyfettin, Peyami Safa, Emrah Serbes varken delirmiyorum Hakan Günday'ın bohem karakterleri için. Ama Hakan abiye ölene kadar sonsuz saygı duyacağım; orası ayrı.
Kendim için yazıyorum aslında. Birkaç süslü cümle ve fotoğrafla süsleyip yazı yazarak karı kız kaldırma amacım yok. İleride gülünç gelmesi için, şimdilik unutmak için yazıyorum. 15 yaşında yurttan kaçıp kavga ettiğimi, 18'li yaşlarımda duşta ağladığımı, 20 yaşımda bileklerimi dikine kesmeyi düşündüğümü, 22 yaşımda bir emlakçıyı benim 4 sene önce seçme ve seçilme hakkı kazandığımı görmezden geldiği için onu öldürmeyi istediğimi unutmak için yazıyorum. Ve yıllar geçtikçe bazı şeylerin öylesine anlamsızlaştığını fark ediyorum ki; beynimi uyuşturmak için geleceğimin ona bağlı olmadığı bir online oyun için turnuva turnuva koşturuyorum mesela. Aşık olmak istemiyorum 2 senedir. Çünkü uyuşmak istiyorum biraz daha. Belki de hala kitabın ilk kısmındayım. Önüme gelene ilgi duyuyorum fakat ne Kayra gibi Anita'mı bulabildim ne de Kinyas gibi Melis'imi. Daha önceki yazılarımda hep kullandığım bir sözdür 'ceplerime birkaç gitar riffi doldurup gitmek istiyorum buralardan'.
Rafa kaldırıyorum artık Kinyas'ı da Kayra'yı da hayatımda. Benim yolum tek başıma çünkü; ne kadınlarını sarhoş edip döven, hayranı olduğum bir katil var hayatımda; ne de davamıza ihanet edip taşıdığı virüse rağmen yeni bir hayat kurmaya çalışan; beni terk edecek bir orospu çocuğu kan kardeşim.
Kayra'nın dediği gibi aslında şimdilik. Hiçbir şey yok!
Ama Kinyas gibi bitireceğim başkalarının hayatlarının gölgelerinde yaşadığım sanrılarımı. 'Herşey var' diyeceğim. Çünkü herşey olacak!
Fakat ben ailemle olmak istiyorum. Dışarıdan gören gözlere 'iyiyim' deyişim beden sağlığımın doğruluğu olur; diğerini zaten ben istediğim kişiye uyandırırım. Çok büyük bir yanlış yaptığımın farkındayım; geceleri sabah ezanına kadar gözlerimin açık olmasının doğru olmadığının da farkındayım. Çünkü bu hayatta hiçbir zaman kemik köpeğe gitmez. Köpeğin kemiği alması gerekiyor. Ama bilmiyorum. Sadece beynimi uyuşturup yazıyorum. Kendi yolumu çizeceğim zamana kadar uyuşuk bir şekilde geziyorum. Sağlam temellerle inşa etmediğim geleceğimin çökeceği güne kadar birkaç hayal görmeye başlayacağım. İşte o zaman açıp okuyacağım bu sayfaları. İşte o zaman 'Sen buydun; ve hiçbir zaman değişmeyeceksin. Bunlar sadece anlık yanılgıların. Para mı kazanıyorsun? Bak tüm gençliğinde zaten çalışmışsın. Aşık mısın? Bak yıllarca bir sürü farklı kızla hep aynı hayalleri kurmuşsun. Düzenli işin mi var? Bak; bir yaz tatili boyunca yaşıtların güneşlenirken sen dükkan açmışsın her sabah. Bunalımdasın ve ölmeyi mi umuyorsun? 20 yaşında bileklerini kesiyordun seni geri zekalı!' diyeceğim kendime.
Yazdıkça dağılıyorum; gün doğmasına az kaldı ve gök gürültüsü iyice kendini aşmış durumda. Teoman da bitmiş durumda; belki birkaç parça da David Bowie'den dinlerim. Şimdiye kadar bu blogda kayıtlı 220 tane taslak, 123 tane de yayımlanmış yazı oldu. Hiçbirisinde kendimi birisine ifade etmeye çalışmadım; hiç oturup da giriş ve gelişmenin sonuçla akraba olmasını istemedim. Kafama göre yazdım; aklıma geleni, kızdığımı, o an çalan melodilerin hissettirdiklerini.. Bu gece de kafamın ağırlığıyla, uykusuzluğumla, gök gürültüsüyle, uyuşmuşluğumla yazdım. En başta dediğim gibi; başlık anlamsız oldu konuyla. Fakat konu da içeriği andırmadı hiçbir satırda.
Açıkçası şu anda bu yazdıklarımı baştan kontrol edip öyle yayınlamam gerekiyor fakat bunları yapamayacak kadar yorgunum. Ve son birkaç haftadır gün aydınlanmadan uyuyakalıyorum masanın başında. Sanırım yaşlanıyorum; ya da biyolojik saatim depresyonumla savaşıyor.
Her yazımı bir şarkıyla süslerim bu blogda. Fakat bunca dağınıklığı toparlayacak bir parça bulamam gibi. Başlığa adını veren albüm de 3. satırda falan bitmişti zaten. O zaman son yer imlerimden birisini paylaşayım sizinle. Estas Tonne ülke ülke gezip istediği yere tezgahı kurup gitarını çalan bir çağımız dervişi benim gözümde. Eğer bir gün Taksim'de falan rastlarsam durup dinleyeceğim kendisini hiç sıkılmadan. Birkaç içi boş aforizmayla daha doldurmadan buraları; veda edeyim şimdilik. İleride bunları okuduğumda bu kafayı yaşamak için kafama sıkmam gerekeceğini de ekleyeyim gitmeden.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder