Sayfalar

Dönem dönem yazma özürlü olmak.

 Bu aralar pek yazamıyorum. Bunalımlı dönemlerim geçti sanırım ama daha fazla yazmaya ihtiyacım var. Anlatacaklarımı mezara götürmeyi düşünmüyorum. O kadar çok şey varki paylaşacak; anlatacak.. Artık sayfalarca yazıp yazıp çöp kutusuna basket atmaktan sıkıldım. Başka insanlara da ulaştırmak, ilgilenirlerse konu hakkında konuşmak ve daha fazlasını dinlemek istiyorum. Zaten bana verilecek süre normal bir ömürden kısa olur sanırım. Tek dostum içkim sigaram muhabbetine girmeyeceğim. Sokağa çıktığımda gördüğüm o insanların hepsi benim için birer potansiyel dost. Onun için bağlanma konusunda sıkıntı yaşıyorum. Ve anlattıklarımın sonra bana karşı silah olarak kullanılamayacağına emin oluyorum.
 Şu son haftalarda gerçekten de yazma özürlü oldum. Bir ayda sadece 5 sayfa yazıp 'bugün geç kalktım yemek yedim tv izledim hmm ok by' içeriğini kullanmam benim de sinirlerimi bozuyor. Sanırım ''Edebiyatçılar'' haklı. Yazı acıdan besleniyor. Duyguya, umuda, karamsarlığa alıştırdım ben ilham perimi artık. Benim karamsarlıklarımla beslenmeye basladı ve karamsarlığımdan eser olmadığı zamanlarda gelip ilham denen o tozu üzerime serpmiyor sanki.
 Tek eğlencem müzik oldu zaten şu dağbaşında. Akşamları birer fincan çay eşliğinde ettiğimiz sohbetler bile artık mutluluk katsayımda kıpırdama sağlamıyor. Çok mu ergenim neyim anlamadım.
 Malum; her mühendis gibi 'ben kalender meşrebim güzel çirkin aramam nefes alsın yeter' havasında değilim. Ondan dolayı çok sıkıntılıyım bu sıralar sanırım. Birde alışma-kabullenme muhabbeti var. Alışamadım da kabullenemedim de şu yere. Senelerdir hayallermi süsleyen (!) üniversite hayatı bu olmamalı. Bakın size üniversite hayatımdan bahsedeyim biraz.
Sabahın köründe kalk. Okula git. Boşluklara am,is,are doldur. (hazırlık okuyoruz ya.) Yurda geri dön. Yemek ye, tv ye bak. (kadın programları hala varmış.) Odaya çık yine boşluklara am is are falan doldur. Saat 11 gibi 2. öğretimler gelsin ve omegle'da dil öğrenme pratikleri başlasın. Sabahı yine aynı. Hafta sonları ise çok farklı. Cuma gecesi 5 te yat, bütün gün uyu, cumartesi gece sabaha kadar dota muhabbeti yap, pazar günü de aralıksız uyu. He birde arada teras katta çay-sigara-gitar muhabbeti dönüyor ama beni sarmadı pek.
 Bu kadar bunalımlı durumun arasında hala yazamıyorum ya ona çok şaşırıyorum. Esenlikle kalın.

Ben hala dolaşıyorum avare..

Hayat ne kadar boş demiştim değil mi?
Dünyaya gel, ...tüket tüket tüket ... arada da 'zaman ne cabuk geciyor' diye hayıflan ve öl. Evet hayat dediğiniz şey bu kadar basit. En asil duyguların bile insan egosundan beslendiği gerçeği hepimizin gözardı etmek istediği bir olay.
Bir kızılderilinin baltayı vurmadan önce ruhuna yüzlerce dua ettiği ağacın devrilişi gibiydi onca geçen zaman.. Ne ben bulabilmiştim hayatın anlamını; ne de hayat göstermişti bana ne kadar riyakar, zalim ve ruhsuz olduğunu.
 Geçmedi ki günlerim 24 saatinde de yüzümün güldüğü. En azından ölümün kardeşi 'uyku' ile tanıştırdı beni en kısa zamanda. Acılar gelmeye başladı büyüdükçe üst üste.. Samimiyetin sadece ufak bir tebessümde saklı olduğunu kendim öğrendim bunca zamanda. Ve ağzı kulaklarında gülmenin dünyanın yaşanabilir bir yer olduğu hakkında ne kadar umut verici olduğunu gördüm.
 Aklıma intihar etmek geldikçe daha çok bağlanmaya çalıştığımı görmüştüm dünyaya. İyi ya da kötü yaşamaya mecburduk. Boş, dolu, öyle ya da böyle bir süre doldurmak zorundayız.
 Benim tercihim başlıkta ve daha önceki yazılarımda belirttiğim gibi.. Dışarı çıkıp görmediğim yerler görmek, tanımadığım insanlar tanımak, solumadığım kadar temiz hava solumak, apartman çocuklarının hayallerine bile giremeyecek maceralar yaşamak.. İşte bunlar yaşama bağlar insanları. Tolkien'in dediği gibi; 'Altın olan herşey parlamaz, her gezgin yitirmemiştir yolunu.'